-kaç dakika bu hafta?
-baş ve son jenerikle beraber 100 dakika..
-ooooovvvv...
hadi bakalım, başla.. 100, 99, 86, 75, 68.. ne kadar da çok kahkaha koyuyoruz biz bu işe.. insanlar küfür etmekte haklılar.. ama ne yapiyim, azaltsam "sana kahkahayı parayla mı satıyorlar" diyorlar. yönetemenle ve gülseyle eş zamanlı konuşmak lazım. farklı farklı konuşunca olmuyor. ikisi de başka şeyler diyorlar.. neyse devam..
çok sıkılıyorum, hemen sıkılıyorum. in gibi bir yerdeyim, sıfır hava alıyorum ve içerisi ya çok sıcak ya çok soğuk.. ve de deli gibi sigara dumanı. bi yemek yesem 15 dakika boyunca kokuyor.. kapıyı açsam, ses stüdyosu olm burası çok ses çıkıyor koridora, milleti rahatsız etme ve kafalarını sikebilme katsayım çok fazla.. kapat en iyisi kapını. bi gece geç saatler olsa da kapımı da açabilsem, telefonlar çalmadan huzurla çalışabilsem..
az daha dayaaaan.. bak son 60 dakika.. 10 dakikasını 1 saatte yapıyosun desen, 6 saatin kaldı, hadi arada sıkıldın geyik yaptın sağda solda, yada gittin arkandaki kanepede uyudun, 7-8 saat de o zaman..
hımm, 27 dakika kaldı, sabahı ettin, ama sıkıntı sabrını zorluyor. artık konsantrasyon konusunda daha da kötüsün. çünkü iki gecedir burdasın, patlamak üzeresin. neyse ki dublaj odası var, patlamak üzere olduğunda oraya girip kimsenin duymayacağına emin olarak çığlık atabilirsin. bunu bildiğin halde hiç yapmadın, ama böyle bir şansın olduğunu bilmek biraz nefes almanı kolaylaştırıyor zihninin içinde..
eveeet son 12 dakika.. kalan süreler 1'li rakamlara düşünce içine bir huzur geliyor, ama sen de dayanabilmenin son raddesinde olduğun için iş süren yine uzuyor da uzuyor. bi tool iyi giderdi şimdi, hem kolonlarda muhteşem, belki biraz nefes almanı sağlar.. ama yok dinledikçe dinleyesin geliyor, birisi sana dur demeli. tool, arkasından başka şeyler.. müzik dedin mi durmak bilmiyorsun hanım kızım..
bir sigara molası verme zamanı o zaman.. hayır zaten vapur bacası gibi sigara içiyorsun ama şimdi hırkanı ceketini giyip, sabah aydınlığına karşı kıçını tahta sırta koyup, orhan abi tarafından yeni demlenmiş çayını alıp, istanbulu izleme zamanı.. orhan abiden sabahın 5,5-6'sında gelen "taze çay var" telefonu senin için bi nimet. her ne kadar sevmesen de sanki içinde bir sihir varmış gibi iyi geliyor sana orda çay..
evet, istanbul'un sessiz halini de izledin, köprünün pavyon gibi yanıp sönen ve değişen ışıklarına gözlerini dikerek dinlendiğini düşünüyorsun. şimdi iş zamanı tekrar.
ne kadar kalmıştı.. 12 dakika değil mi. o zaman al eline kağıt kalemi yazmaya başla. 12 11 10 9 8 7 6 5 4 3 2 ve 1.. her bir dakikayı bitirdiğinde üstünü çiziceksin, böylece salak bir oyuna dönüştürdüğün dakikalarla daha da çok eğlenebiliceksin.
son 3 dakika. ışık hızıyla bitiyor bu son 3 dakika.. 3 2 ve 1.. artık sayıların üstünü de çizmiyorsun, işini bitiricek olmanın gazıyla kendini kaptırmış kahkahaları arka arkaya koyuyorsun..
ve bitti. son ayarları da yaptın, bi dinledin seviyeleri iyi mi, peak yapan yer var mı, umarım hiç bi kapı zili, ya da başka birşey unutmamışımdır. unutmamışsındır bence, her ne kadar aslında dağınık bi insan olsan da iş konusunda ilginç bir düzenin var, hiç bişeyi atlamıyorsun. afferim..
ve yayın kopyası..
ve yayın kopyası sırasında odanda kanepede uyuyakalmak.. yayın kopyasının çoktan bitmiş olmasına ve birilerinin seni "hadi evine git artık" diye uyandırmaya çalışmış olmalarına rağmen uyanmamış sen..
kalk kalk, küfür etme, kulaklığını tak ve evine yollan..
14 Kasım, 2007
25 Ekim, 2007
şizofreni
insanlar var olup olmadığına asla emin olamayacakları bir şeye, allah'a inanıyorlar.. onun tarafından izlendiklerine, gözetildiklerine, onun her yerde olduğuna, öldüklerinde onunla konuşacaklarına inanıyorlar..
sonra da yolda yürürken takip edildiğini, herkesin onu izlediğini düşünen, kötülüğünü isteyen kişilerin var olduğuna inanan kişilere de şizofren ya da deli diyorlar. bu ikisi birbiriyle çok benzer değil mi? şizofrenlerin ya da delilerin sadece birisinden gelmiş olan kitapları yok (ya da vardır belki bilmiyorum).. bu işte bi yanlışlık yok mu ?..
sonra da yolda yürürken takip edildiğini, herkesin onu izlediğini düşünen, kötülüğünü isteyen kişilerin var olduğuna inanan kişilere de şizofren ya da deli diyorlar. bu ikisi birbiriyle çok benzer değil mi? şizofrenlerin ya da delilerin sadece birisinden gelmiş olan kitapları yok (ya da vardır belki bilmiyorum).. bu işte bi yanlışlık yok mu ?..
15 Ekim, 2007
ya yanlış otobüse binersem..
uzun yola çıkacağımda hep stres oluyorum. servisle bekleme yerine geldiğimizde başlıyor gerginliğim.. mesela bazen orda 15 dakika arayla kalkacak olan iki otobüs olabiliyor.. işte kabus.. kalkma zamanı gelince, haliyle biniyorum ve yerime oturuyorum. eveeet, gergin anlar başlasın.. biliyorum, otobüsün saatini, gideceği yönü söylüyor çalışanlar ama ben yine de manasız bir şekilde stres olmadan yapamıyorum.
yanlış otobüsle ilgili derdim, bilmediğim veya yanlış bir yere gitmek değil, bununla bir derdim yok. derdim aslında başka birisinin yerine oturmuş olmak ve bunun bir sonraki yolcu alımı durağında açığa çıkabilecek olması. işte bu en çok canımı sıkan nokta. otobüse birileri doluşucak, o koltuğun sahibi de yanlarında olacak ve ben sanki hile yapmaya çalışmışım gibi bir durum oluşacak diye çok korkuyorum hep. hep o ilk 30 dakika bunları düşünerek geçiyor. konuşkan da değilim ki yanımdakine sorayim " bu bilmem ne otobüsü mü?" diye.. demezler mi insana " a be salak, bana soracağına binerken baksaydın ya!" diye..
neyse şimdiki yolculuğumda bu kabus daha da gerçek olabilme ihtimaline büründü:
oturacağım numaraya gittim de baktım ki yanımda bir adam oturmakta.. bir erkekle seyahat etmekle sorunum yok elbette, ama bu pahalı sayılabilecek bir otobüs firmasının yapabileceği bir dalgınlık değil gibi düşündüm o anda.. adamı görür görmez başımdan aşağı dökülen kaynar suyla birlikte kendisine "bu bilmem ne arabası mı " sorusunu atabildim ağzımdan neyse ki.. ama bu sefer de adam beni duymadı! ben de yanıma o denk geldi de ben buna bozuldum gibi anlamasın diye bir daha soramadım sevgili sorumu..
işin bir de şu kısmı var: serviste şunu düşünüyordum; eskiden okuduğum mizah dergilerinden birinde şöyle bir serzenişe denk gelmiştim: "neden şehirlerarası otobüslerde kadınları kadınlarla, erkeleri de erkeklerle oturturlar ki?, belki yanıma oturacak kadın ya da erkek hayatımın aşkı olacak, neden bu şansı elimizden alırlar.."
bu her uzun yolculuğa çıkacağımda aklıma gelirdi eskiden ama uzun süredir gelmemişti. ve şimdi bu hatırlayışımın üstüne şans eseri tanımadığım bir adamla yanyana denk gelmişken bir yandan da içimden kıs kıs gülüyordum.. dönüp adama bir daha baktım, ama hiç beğenebileceğim bir tip değildi. neyse dedim ben gerginliğime geri döneyim.. nitekim döndüm de. geldik bir sonraki yolcu alma yerine.. inmedim tabii otobüsten. bir aksilik çıkarsa olayı baştan sona göriyim dedim.. nerdeyse kalkmak üzereyiz, adam yanıma geldi ve oturdu.. ve işte o an:
- bişey sorabilir miyim?
- tabii.
- ben bi arkadaşıma denk geldim de aşağıda, acaba siz başka yere geçseniz o da yanıma otursa sorun olur mu sizin için?
işte huzuuuuuuuuuur :)) ne yanlış otobüsteyim ne de yanlış koltukta.. hemen verdim cevabımı:
- pencere kenarıysa tabii ki.
- evet evet pencere kenarı hem de tekli koltuk
- o zaman ben eşyalarımı topliyim :)
iki saniyede sadece bir koltuk alanı olsa da kocaman dağılabilen bir insan olarak eşyalarımı toplamam 1 dakika sürdü ve koltuktan uzaklaşıp yeni yerime doğru sevinçli adımlarla yürüyüp kuruldum.. işte mutlu yolculuğum başladı.
hem tekli koltuktaydım hem de doğru otobüste..
ohhh bir yolculuk daha sakin sakin başlayabilir. :)
yanlış otobüsle ilgili derdim, bilmediğim veya yanlış bir yere gitmek değil, bununla bir derdim yok. derdim aslında başka birisinin yerine oturmuş olmak ve bunun bir sonraki yolcu alımı durağında açığa çıkabilecek olması. işte bu en çok canımı sıkan nokta. otobüse birileri doluşucak, o koltuğun sahibi de yanlarında olacak ve ben sanki hile yapmaya çalışmışım gibi bir durum oluşacak diye çok korkuyorum hep. hep o ilk 30 dakika bunları düşünerek geçiyor. konuşkan da değilim ki yanımdakine sorayim " bu bilmem ne otobüsü mü?" diye.. demezler mi insana " a be salak, bana soracağına binerken baksaydın ya!" diye..
neyse şimdiki yolculuğumda bu kabus daha da gerçek olabilme ihtimaline büründü:
oturacağım numaraya gittim de baktım ki yanımda bir adam oturmakta.. bir erkekle seyahat etmekle sorunum yok elbette, ama bu pahalı sayılabilecek bir otobüs firmasının yapabileceği bir dalgınlık değil gibi düşündüm o anda.. adamı görür görmez başımdan aşağı dökülen kaynar suyla birlikte kendisine "bu bilmem ne arabası mı " sorusunu atabildim ağzımdan neyse ki.. ama bu sefer de adam beni duymadı! ben de yanıma o denk geldi de ben buna bozuldum gibi anlamasın diye bir daha soramadım sevgili sorumu..
işin bir de şu kısmı var: serviste şunu düşünüyordum; eskiden okuduğum mizah dergilerinden birinde şöyle bir serzenişe denk gelmiştim: "neden şehirlerarası otobüslerde kadınları kadınlarla, erkeleri de erkeklerle oturturlar ki?, belki yanıma oturacak kadın ya da erkek hayatımın aşkı olacak, neden bu şansı elimizden alırlar.."
bu her uzun yolculuğa çıkacağımda aklıma gelirdi eskiden ama uzun süredir gelmemişti. ve şimdi bu hatırlayışımın üstüne şans eseri tanımadığım bir adamla yanyana denk gelmişken bir yandan da içimden kıs kıs gülüyordum.. dönüp adama bir daha baktım, ama hiç beğenebileceğim bir tip değildi. neyse dedim ben gerginliğime geri döneyim.. nitekim döndüm de. geldik bir sonraki yolcu alma yerine.. inmedim tabii otobüsten. bir aksilik çıkarsa olayı baştan sona göriyim dedim.. nerdeyse kalkmak üzereyiz, adam yanıma geldi ve oturdu.. ve işte o an:
- bişey sorabilir miyim?
- tabii.
- ben bi arkadaşıma denk geldim de aşağıda, acaba siz başka yere geçseniz o da yanıma otursa sorun olur mu sizin için?
işte huzuuuuuuuuuur :)) ne yanlış otobüsteyim ne de yanlış koltukta.. hemen verdim cevabımı:
- pencere kenarıysa tabii ki.
- evet evet pencere kenarı hem de tekli koltuk
- o zaman ben eşyalarımı topliyim :)
iki saniyede sadece bir koltuk alanı olsa da kocaman dağılabilen bir insan olarak eşyalarımı toplamam 1 dakika sürdü ve koltuktan uzaklaşıp yeni yerime doğru sevinçli adımlarla yürüyüp kuruldum.. işte mutlu yolculuğum başladı.
hem tekli koltuktaydım hem de doğru otobüste..
ohhh bir yolculuk daha sakin sakin başlayabilir. :)
08 Ekim, 2007
..
hasta olmak, ateşle boğuşmak, nerden geldiğini bilemediğim ama son raddede sinir bozucu, bir gece boyunca uyutmayan bir bel ağrısı, kırmızı saçlar, talep olmadığı için gidilemeyen kurs -halbuki ben herkesin yerine hevesliydim-, hala player'a konamayan tool, izmir özlemi, gidilemeyen bir juggling festivali, durduk yere soğuk soğuk terlemek, yataktan çıkmadan geçirilen, filmlerle geçiştirilen bir pazar günü, bir harfi yanlış yazdığımda "del" tuşuna basarak silmeyi sevmek, ev arkadaşımın yaptığı harika lezzetli yemekleri sevmek, cep telefonumla ilişkimi mümkün olduğu kadar kesmeye çalışmak, merak etmek, evdeki bütün kablolardan nefret ediyorken işimle ilgili her kabloya aşık olmamı anlamamak, bir de üstüne üstlük habire kablo kirliliği yaratacak birşeyler satın almak.. ve görüldüğü üzere gece gece çoook sıkılmak..
04 Ekim, 2007
sorularim da var..
icine kapasitesi kadar cd koydugumda, fermuari kapanmayacaksa ne ise yarar bi cd case?? amaci toz almamasi cizilmemesi degil midir kendilerinin? cok salak bi yer burasi..
30 Eylül, 2007
var da var..
manyak ama harika, sevindi mi "yupi yupi" diyen, çoook güzel ama deli, huysuz ama uyumlu, internetten aldığım tariflerle yemek yapamadığımı iddia eden bir ev arkadaşım (aslında hepsi manyaktı, ben mi delirtiyorum onları acaba),
ordan oraya koşturan, odamdaki gardrobun üstünde uyumaya bayılan ama sabahları ordan inmeye karar verdiğinde çıkarttığı "güm" sesiyle uykumda ödümü kopartan ve asla göbeğini sevdirtmeyen bir kedimiz,
kesinlikle emme sorunu olan bir mutfak lavabomuz,
küçük minicik bir tuvaletimiz,
muhteşem manzaralı ve huzurlu( :) ) bir evimiz,
benimle ilgili "iyi" düşünceleri olan bir bakkalımız,
asla istediğim radyoyu çekmeyen ve de kaset çalamayan bir müziksetim,
kesinlikle toplu tutamadığımız bir evimiz (erkekliğin yüzde 99'u kaçmak mıydı?),
asla bulamadığımız çatı katındaki ev,
okunmamış kitaplarımız,
ordan burdan sokaklardan bulduğumuz ev eşyaları,
hiç bir şekilde nerden geldiğini ve kimin olduğunu bilmediğimiz tonlarca kıyafet, gözlük, çorap, ve pijamamız, havlumuz,
-apayrı bir başlık olsa da- bir fritöz dolusu kızartma yağı dökülmüş bir halımız,
başlık değil apayrı bir makale! olabilecek kadar çok ayakkabı ( çünkü hepsine ayrı uyumlu renk ve model gerekirmiş :) ),
kısacası pis bir evimiz, dağınık bir ben, dünyalar güzeli bir ev arkadaşım, delirmiş bir kedimiz ve sakinimtrak bir hayatımız var..
ordan oraya koşturan, odamdaki gardrobun üstünde uyumaya bayılan ama sabahları ordan inmeye karar verdiğinde çıkarttığı "güm" sesiyle uykumda ödümü kopartan ve asla göbeğini sevdirtmeyen bir kedimiz,
kesinlikle emme sorunu olan bir mutfak lavabomuz,
küçük minicik bir tuvaletimiz,
muhteşem manzaralı ve huzurlu( :) ) bir evimiz,
benimle ilgili "iyi" düşünceleri olan bir bakkalımız,
asla istediğim radyoyu çekmeyen ve de kaset çalamayan bir müziksetim,
kesinlikle toplu tutamadığımız bir evimiz (erkekliğin yüzde 99'u kaçmak mıydı?),
asla bulamadığımız çatı katındaki ev,
okunmamış kitaplarımız,
ordan burdan sokaklardan bulduğumuz ev eşyaları,
hiç bir şekilde nerden geldiğini ve kimin olduğunu bilmediğimiz tonlarca kıyafet, gözlük, çorap, ve pijamamız, havlumuz,
-apayrı bir başlık olsa da- bir fritöz dolusu kızartma yağı dökülmüş bir halımız,
başlık değil apayrı bir makale! olabilecek kadar çok ayakkabı ( çünkü hepsine ayrı uyumlu renk ve model gerekirmiş :) ),
kısacası pis bir evimiz, dağınık bir ben, dünyalar güzeli bir ev arkadaşım, delirmiş bir kedimiz ve sakinimtrak bir hayatımız var..
21 Eylül, 2007
sezon
ve eveeeet sezon açıldı.. işe gitmeler, "amanın çok sıkılıyorum" diye sızlanmalar, hiçbir şekilde ısısını sabit tutamadığım stüdyo ortamı, delice içilen sigaralar ve sesler ve kolonlar ve insanlar, bakışlar, duyumlar, başkaları..
birşey yapmadığımda da sıkılıyorum, hep aynı şeyi yaptığımda da sıkılıyorum. acaba sorun nerde. mesela bir tiyatro oyuncusu olsaydım, oyunda her gün aynı replikleri defalarca tekrarlasaydım, ama her yeni günde o oyunu hep oynamak zorunda olsaydım mesela, ya da dizi oyuncusu olsaydım, oynadığım karakterin sözleri her seferinde değişise de artık gidebileceğim, karakteri genişletebilceğim bir yer olamasaydı.. ya da bakkal olsaydım, ya da patron olsaydım.. onlarda da hep aynı şeyleri yapmak zorundasın. ya da öğretmen mesela..
sanırım hepsi aynı. hepsi, hep aynılıktan sıkılan insan ruhu, ama verilen sözler, yapılan anlaşmalar, kazanılması gereken paralar.. ve de kimi zaman içinde tıkılıp kalınan çamurlar. kapıların o kadar da çabuk açılmaması, sıkıldığında değiştirmek istediklerinin aslında üstüne yapışıp kalmış olması. keneden kurtulabilirsin ama kafası içerde kalırsa sıçarsın hanım kızım..
kış geldiği için seviniyorum. herşey daha da aynılaşıcak şimdi. herkes rutinine oturucak, istanbul kış ritmine giricek. insanlar sadece işlerine gidip, evlerine döneyi ve ısınma parasına ulaşmayı bekleyecekler. yaz mevsimi gibi, aman şimdi nereye gitsem, tatilimi nerde geçirsem, kiminle tatile çıkılır, nerde ne kadar para harcanır, bilmem nerde hangi arkadaşım var acaba, ailemi mi görsem bu yaz da gibi düşüncelerin hepsinden kurtulmuş olacaklar. sadece çalışmak, yemek ve yatmak. arada gezmek belki. hani kimileri için uludağ falan.. oh, herşey daha kolay kış mevsiminde. sokaktaki elbisesiz çocuğa iki kuruş ver ve yoluna devam et, mis değil mi...
yaz çok zor bana göre, herkes o kadar enerjik ki yaz ayında, ben sakin adamım, tatile gitsem de oturduğum yere çömerim, içerim, kitap okurum, aman orayı da geziyim, burayı da gördüm diyim demem hiç. yaz yorar beni, insanların enerjisi enerjimi emer. sanki onlara yetişmeliymişim gibi hissederim hep, bunu düşünmek bile yorar. zaten istesem de beceremem yetişmeyi, ama işte aklından geçiriyo insan kişisi..
neyse şimdi bu istanbul'un sakinliği (ne kadar sakinse tabii) içime huzur verecek. sabah uyanıcam hava karanlık gibi olacak bulutlardan, dışarı çıkıcam, işe yüriycem, herkesin suratı bir karış olacak: "hava da soğuk, nerde güneş, donuyorum anasını satiyim, arabam olsa keşke....", ben de tüm içhuzurumla, işte sevdiğim hava, sevdiğim soğuk, kat kat da giyinirim, burnum üşüyünce içimden küfür de ederim diye diye işime gidiyor olacağım..
(bu yazı aslında işim hakkında olacaktı, aklımda o vardı ama insan işte, kuş misali.. bir orda bir burda. başka bir yazıya artık.)
birşey yapmadığımda da sıkılıyorum, hep aynı şeyi yaptığımda da sıkılıyorum. acaba sorun nerde. mesela bir tiyatro oyuncusu olsaydım, oyunda her gün aynı replikleri defalarca tekrarlasaydım, ama her yeni günde o oyunu hep oynamak zorunda olsaydım mesela, ya da dizi oyuncusu olsaydım, oynadığım karakterin sözleri her seferinde değişise de artık gidebileceğim, karakteri genişletebilceğim bir yer olamasaydı.. ya da bakkal olsaydım, ya da patron olsaydım.. onlarda da hep aynı şeyleri yapmak zorundasın. ya da öğretmen mesela..
sanırım hepsi aynı. hepsi, hep aynılıktan sıkılan insan ruhu, ama verilen sözler, yapılan anlaşmalar, kazanılması gereken paralar.. ve de kimi zaman içinde tıkılıp kalınan çamurlar. kapıların o kadar da çabuk açılmaması, sıkıldığında değiştirmek istediklerinin aslında üstüne yapışıp kalmış olması. keneden kurtulabilirsin ama kafası içerde kalırsa sıçarsın hanım kızım..
kış geldiği için seviniyorum. herşey daha da aynılaşıcak şimdi. herkes rutinine oturucak, istanbul kış ritmine giricek. insanlar sadece işlerine gidip, evlerine döneyi ve ısınma parasına ulaşmayı bekleyecekler. yaz mevsimi gibi, aman şimdi nereye gitsem, tatilimi nerde geçirsem, kiminle tatile çıkılır, nerde ne kadar para harcanır, bilmem nerde hangi arkadaşım var acaba, ailemi mi görsem bu yaz da gibi düşüncelerin hepsinden kurtulmuş olacaklar. sadece çalışmak, yemek ve yatmak. arada gezmek belki. hani kimileri için uludağ falan.. oh, herşey daha kolay kış mevsiminde. sokaktaki elbisesiz çocuğa iki kuruş ver ve yoluna devam et, mis değil mi...
yaz çok zor bana göre, herkes o kadar enerjik ki yaz ayında, ben sakin adamım, tatile gitsem de oturduğum yere çömerim, içerim, kitap okurum, aman orayı da geziyim, burayı da gördüm diyim demem hiç. yaz yorar beni, insanların enerjisi enerjimi emer. sanki onlara yetişmeliymişim gibi hissederim hep, bunu düşünmek bile yorar. zaten istesem de beceremem yetişmeyi, ama işte aklından geçiriyo insan kişisi..
neyse şimdi bu istanbul'un sakinliği (ne kadar sakinse tabii) içime huzur verecek. sabah uyanıcam hava karanlık gibi olacak bulutlardan, dışarı çıkıcam, işe yüriycem, herkesin suratı bir karış olacak: "hava da soğuk, nerde güneş, donuyorum anasını satiyim, arabam olsa keşke....", ben de tüm içhuzurumla, işte sevdiğim hava, sevdiğim soğuk, kat kat da giyinirim, burnum üşüyünce içimden küfür de ederim diye diye işime gidiyor olacağım..
(bu yazı aslında işim hakkında olacaktı, aklımda o vardı ama insan işte, kuş misali.. bir orda bir burda. başka bir yazıya artık.)
24 Ağustos, 2007
bi arkadaşım bi yazı gönderdi, 27 yaşla ilgili..
yazının başlarında eee ne var 27 yaşında üniversiteden mezun olmasaydın kardeşim diyordum içimden, ama sonra yazı ilerledikçe anladım ki, aslında üniversitesi bitmiş, diplomasını eline almış, işine de girmiş (ya da işin ona girdiği mi demeliyim) birisinin yazısı o..
her satırı doğru, hepsi şöyle adisyonu eline aldığında kendine söylediğin şeylerle dolu..
sonra durdum baktım, ben ne diplomamı elime aldım (çok sıkıcıydı çünkü) ne de 27 yaşımdayım.. ama aynı gelgitler, aynı geriye baktığındaki küfürler.. tek fark bir plazada değilim, yapmam gerekenleri değil yapmak istediklerimi yapmaya çalıştım ve de sayesinde aşık olduğum meslekle birlikteyim (işime erkek arkadaşım muamelesi yapmayı bıraksam çok iyi olucak..).
korktum, ben de acaba 27 yaşıma gelince bunları mı düşünücem diye.. ama hayır ta kendilerini 25 yaşımda düşünüyorum. onun 27 yaş dediği dönemecin ben hep 25 yaş olduğunu sanıyordum şimdiye kadar. ve bunun herkese 25 yaşında olduğunu sanıyodum..
25 yaş çıtırlıktan çıktığın, yaşın sorulduğunda ve cevap verdiğinde "oo baya da gençmişsin" dedikleri bir yaş değil artık. onca zaman buna alışmışken hem de.. en zoru da oydu bana göre. 21 yaşında bu işe başladığımda "aaaa bu genç yaşta, tebrikler gerçekten, çok güzel" denmesine alışmışken, artık zaten zaruri olanlardan biri gibi herkese göre. 25 yaş zor bana göre, bi kere alışma süresi 1 sene sürüyor kesinlikle, 35 yolun yarısı da, 25 de kesinlikle yarılamadan önceki ilk dönemeç.. sanırım 25 yaşın tarifini 50 yaşıma gelirsem daha iyi yapabiliyor olurum. o yüzden kesmek lazım burda..
bir de bu 27 yaş janis joplin, kurt cobain, jim morrison ve jimi hendrix'in öldükleri yaş değil mi.... hım... tehlikeli olabilir evet..
aslında bir yandan da umut verici, heralde iki sene sonra bu gelgitlerle boğuşuyor olmam, iki seneyi cepte keklik olarak arka cebime koymuş olurum diye düşünüyorum.
e bi de bunun 30'u var daha di mi...
yok yok katılıyorum, 17 güzeldi.. şimdiki zamandan şikayet değil de, george carlin'e katılmadan edemiyorum. hepsi geriye doğru olmalıydı.. :)
"“the most unfair thing about life is the way it ends. i mean, life is tough. it takes up a lot of your time. what do you get at the end of it? a death! what's that, a bonus? i think the life cycle is all backwards. you should die first, get it out of the way. then you live in an old age home. you get kicked out when you're too young, you get a gold watch, you go to work. you work forty years until you're young enough to enjoy your retirement. you do drugs, alcohol, you party, you get ready for high school. you go to grade school, you become a kid, you play, you have no responsibilities, you become a little baby, you go back into the womb, you spend your last nine months floating...
...and you finish off as an orgasm.”"
yazının başlarında eee ne var 27 yaşında üniversiteden mezun olmasaydın kardeşim diyordum içimden, ama sonra yazı ilerledikçe anladım ki, aslında üniversitesi bitmiş, diplomasını eline almış, işine de girmiş (ya da işin ona girdiği mi demeliyim) birisinin yazısı o..
her satırı doğru, hepsi şöyle adisyonu eline aldığında kendine söylediğin şeylerle dolu..
sonra durdum baktım, ben ne diplomamı elime aldım (çok sıkıcıydı çünkü) ne de 27 yaşımdayım.. ama aynı gelgitler, aynı geriye baktığındaki küfürler.. tek fark bir plazada değilim, yapmam gerekenleri değil yapmak istediklerimi yapmaya çalıştım ve de sayesinde aşık olduğum meslekle birlikteyim (işime erkek arkadaşım muamelesi yapmayı bıraksam çok iyi olucak..).
korktum, ben de acaba 27 yaşıma gelince bunları mı düşünücem diye.. ama hayır ta kendilerini 25 yaşımda düşünüyorum. onun 27 yaş dediği dönemecin ben hep 25 yaş olduğunu sanıyordum şimdiye kadar. ve bunun herkese 25 yaşında olduğunu sanıyodum..
25 yaş çıtırlıktan çıktığın, yaşın sorulduğunda ve cevap verdiğinde "oo baya da gençmişsin" dedikleri bir yaş değil artık. onca zaman buna alışmışken hem de.. en zoru da oydu bana göre. 21 yaşında bu işe başladığımda "aaaa bu genç yaşta, tebrikler gerçekten, çok güzel" denmesine alışmışken, artık zaten zaruri olanlardan biri gibi herkese göre. 25 yaş zor bana göre, bi kere alışma süresi 1 sene sürüyor kesinlikle, 35 yolun yarısı da, 25 de kesinlikle yarılamadan önceki ilk dönemeç.. sanırım 25 yaşın tarifini 50 yaşıma gelirsem daha iyi yapabiliyor olurum. o yüzden kesmek lazım burda..
bir de bu 27 yaş janis joplin, kurt cobain, jim morrison ve jimi hendrix'in öldükleri yaş değil mi.... hım... tehlikeli olabilir evet..
aslında bir yandan da umut verici, heralde iki sene sonra bu gelgitlerle boğuşuyor olmam, iki seneyi cepte keklik olarak arka cebime koymuş olurum diye düşünüyorum.
e bi de bunun 30'u var daha di mi...
yok yok katılıyorum, 17 güzeldi.. şimdiki zamandan şikayet değil de, george carlin'e katılmadan edemiyorum. hepsi geriye doğru olmalıydı.. :)
"“the most unfair thing about life is the way it ends. i mean, life is tough. it takes up a lot of your time. what do you get at the end of it? a death! what's that, a bonus? i think the life cycle is all backwards. you should die first, get it out of the way. then you live in an old age home. you get kicked out when you're too young, you get a gold watch, you go to work. you work forty years until you're young enough to enjoy your retirement. you do drugs, alcohol, you party, you get ready for high school. you go to grade school, you become a kid, you play, you have no responsibilities, you become a little baby, you go back into the womb, you spend your last nine months floating...
...and you finish off as an orgasm.”"
doldur boşalt
bu aralar söylemek istediğim sayfalarca şey var.. hep bi yerlere not alıyorum onları, not defterime, gecenin bi saati uyanıp avucumun içine, hepsine üşendiğimde aklıma. genelde aklıma not aldıklarımı pek uzun süre tutamıyorum, o yüzden defter hep daha güvenli. sonra şu oluyor: o defteri de bi yerlede unutuyorum. arkadaşlarımın yanında, evin ortasında. aslında sakladığım gizlediğim bişey yok, ama meraklı birilerinin elinde çok komik hallere düşebiliyor o defter. çöünkü kendime aldığım notlar kelimelerden ibaret aslında genelde. ve bi kaç tane kelime arada herhangi bir unsur olmadan yanyana yazıldığında milyonlarca anlama yol aaçabiliyorlar.
daha yeni başıma gelen bişey mesela.: not almışım defterime "ingilizce, film, müzik" bunun benim kafamda yansıması var elbette, ben orda ne demek istediğimi bu anahtar kelimelerle anlayabiliyorum, ama bunu gören bi arkadaşım bana gelip: "hayırdır, bi ingilizce filme müzik mi yapıcaksın?" diyebiliyor.. yanında benim gülmekten kırılmam da bedava. (aslında yalan, çoooook uzun zamandır gülmekten kırılmadım, ama lafın gelişi işte..)
her neyse tek demek istediğim, bu aralar aklımdan geçen çok şey olduğu. sağımda solumda gördüğüm herşey tetikliyor, hepsi etki tepkiye girişiyor zihnimde.. okuduğum bir cümleden satırlar yazabiliyorum ya da okuduğum herhangi bir kitaptaki bir paragrafın sonunu kendimce tamamlıyorum. eğleniyorum, vaaay burdan bu sonuca mı geldim diyorum yıldızlı beş pekiyi veriyorum kendime.
herkes evden çıkmıyomuşsun diyor, şaşırıyorlar, evde çok sıkıldığımı düşünüyorlar, ama hayır ben evde ço oook eğleniyorum, tek başıma da olmuyorum hiç, şimdilerde bu yeni tanıştığım arkadaşımla dostluk içersindeyiz, birbirimizi tanıma keşfetme zorlama aşaması. bakalım ne çıkıcak için(m)den...
daha yeni başıma gelen bişey mesela.: not almışım defterime "ingilizce, film, müzik" bunun benim kafamda yansıması var elbette, ben orda ne demek istediğimi bu anahtar kelimelerle anlayabiliyorum, ama bunu gören bi arkadaşım bana gelip: "hayırdır, bi ingilizce filme müzik mi yapıcaksın?" diyebiliyor.. yanında benim gülmekten kırılmam da bedava. (aslında yalan, çoooook uzun zamandır gülmekten kırılmadım, ama lafın gelişi işte..)
her neyse tek demek istediğim, bu aralar aklımdan geçen çok şey olduğu. sağımda solumda gördüğüm herşey tetikliyor, hepsi etki tepkiye girişiyor zihnimde.. okuduğum bir cümleden satırlar yazabiliyorum ya da okuduğum herhangi bir kitaptaki bir paragrafın sonunu kendimce tamamlıyorum. eğleniyorum, vaaay burdan bu sonuca mı geldim diyorum yıldızlı beş pekiyi veriyorum kendime.
herkes evden çıkmıyomuşsun diyor, şaşırıyorlar, evde çok sıkıldığımı düşünüyorlar, ama hayır ben evde ço oook eğleniyorum, tek başıma da olmuyorum hiç, şimdilerde bu yeni tanıştığım arkadaşımla dostluk içersindeyiz, birbirimizi tanıma keşfetme zorlama aşaması. bakalım ne çıkıcak için(m)den...
19 Ağustos, 2007
evlensem daha kolay olurdu
eveeeet, en yakın arkadaşlarımdan birinin daha düğünü bitti, gitti.. hem de birbirimize "hanım" derken, başkasının hanım'ı oldu şimdi...
düğün süperdi, ayrıntıya girmiycem, parti tadındaydı zaten, o yüzden rahat ve eğlenceliydi.
değil evlenen kişi olmak, nedimyeken bile kalbimin nasıl yerinden çıkmak üzere olduğunu anlatamam. hele sıra konuşma faslına gelince, orda düşüp bayılıcam sandım. neyse ki saçmalamakla birlikte sağ salim inebildim o merdivenlerden. kimi zaman arkadaşlarının yanında bile konuşmakta zorlanan biri olarak 160 kişinin önünde konuşmak çok zor bi işti...
ve gecenin asıl derdi. topuklu ayakkabılar. hadi kıyafeti geçtim tamam. ama aklı birazcık başında, beyni çalışan ve bunun yanında mazoist duygular içinde olmayan hiç bi kadın topuklu ayakkabı giymez kardeşim.. 5-6 saat boyunca topuklu ayakkabıların tepesinde ordan oraya koşturmamış hiç bi insan bana bunun tersiye gelmesin. (kardeş falan demem saldırırım) o nasıl bir acıdır, o nasıl bir işkencedir.. ayakta dikilirken ağırlığını bi o ayağına bi bu ayağına vermek mi... dur iki dakika oturiyim sızlıyor ayaklarım derken sonra ayağa kalkınca daha çok acıması mı.... bütün kadınlar birbirlerine nasıl canlarının yandığını anlattı gece boyunca, kesik kesik.(ben de dahil) sanki anlatınca acı azalıyor. çıkart kardeşim çıkart, kirlensin güzelim pedikürlü ayakların ne olucak. her neyse, gecenin sonuna doğru, alkolün de etkisiyle yavaş yavaş atıldı o çin işkencesi malzemeleri.
tüm bunların yanında sorunsuz ve çok eğlenceli, bol alkollü, müzikli bir gece geçti.
ne diyim darısı umutsuzların başına.
düğün süperdi, ayrıntıya girmiycem, parti tadındaydı zaten, o yüzden rahat ve eğlenceliydi.
değil evlenen kişi olmak, nedimyeken bile kalbimin nasıl yerinden çıkmak üzere olduğunu anlatamam. hele sıra konuşma faslına gelince, orda düşüp bayılıcam sandım. neyse ki saçmalamakla birlikte sağ salim inebildim o merdivenlerden. kimi zaman arkadaşlarının yanında bile konuşmakta zorlanan biri olarak 160 kişinin önünde konuşmak çok zor bi işti...
ve gecenin asıl derdi. topuklu ayakkabılar. hadi kıyafeti geçtim tamam. ama aklı birazcık başında, beyni çalışan ve bunun yanında mazoist duygular içinde olmayan hiç bi kadın topuklu ayakkabı giymez kardeşim.. 5-6 saat boyunca topuklu ayakkabıların tepesinde ordan oraya koşturmamış hiç bi insan bana bunun tersiye gelmesin. (kardeş falan demem saldırırım) o nasıl bir acıdır, o nasıl bir işkencedir.. ayakta dikilirken ağırlığını bi o ayağına bi bu ayağına vermek mi... dur iki dakika oturiyim sızlıyor ayaklarım derken sonra ayağa kalkınca daha çok acıması mı.... bütün kadınlar birbirlerine nasıl canlarının yandığını anlattı gece boyunca, kesik kesik.(ben de dahil) sanki anlatınca acı azalıyor. çıkart kardeşim çıkart, kirlensin güzelim pedikürlü ayakların ne olucak. her neyse, gecenin sonuna doğru, alkolün de etkisiyle yavaş yavaş atıldı o çin işkencesi malzemeleri.
tüm bunların yanında sorunsuz ve çok eğlenceli, bol alkollü, müzikli bir gece geçti.
ne diyim darısı umutsuzların başına.
27 Temmuz, 2007
#izmir notları#
- izmir o kadar ve o kadar sıcak ki, sokağa çıktığında sigara içmek bile eziyet.. sigaranın dumanıyla birlikte içine çektiğin sıcak hava nikotinle birlikte hücrelerine işlemekte sanki.. korkunç bi his. mis gibi evden sımsıcak sokağa çıktığına mı pişman olasın, sigara içtiğine mi yoksa taaa tırnaklarına kadar işleyen sıcağa mı? insan yürürken sesli küfür ediyor.
- ayrıca tüm bu sıcağın ortasında birden rüzgar eserse asıl partinin o zaman başladığını anladım. hayatımda hiç bütün hücrelerimi bu kadar yakından hissetmemiştim. o 30 saniye falan esen rüzgarla birlikte vücudumun tüm gözeneklerinin karnaval moduna geçmesini hissetmek çok keyifliymiş. insanın salak salak sırıtası geliyor yolun ortasında ve sırıtıyor da..
- her gün çöp arabalarının çöpleri topladığı saatte dışarı çıktığımı farkettim. hem de her gün.. bostanlı çok güzel...
- çocukluğumdan kalma dükkanlar hala açıklar, hatta küçükken çok beğendiğim bi oğlanın bakkal işletmeye başladığını keşfettim, hep gidip ordan sigara alıyorum. utanmasam yere beyaz mendil atıcam. :) hala hoşlandığımdan değil elbette ama insan bi sohbet etmek istiyor, çocukluğumdan kalan her şeye 700 elimle sarılmayı sevdiğim için ona da sarılasım mı geliyor ne.. :p
- izmir hayatım dandadadan dinlemekle geçiyor.
- caddenin kenarındaki söğüşçü amca söğüşü öyle bir keyifle hazırlıyor ki, siparişi verdikten sonra adamın tüm yaptıklarını izlemekten kendini alamıyor insan. ne zaman ordan geçsem -ki hep geçiyorum, yolumun üstü- sipariş verenler adamın dans eder gibi söğüşü hazırlamasını izliyorlar hevesle. ben de öyle tabi.. tam ordan geçerken biraz azaltıyorum adımlarımı. yaptığı şeyi bu kadar keyifle yapan insanları çoook seviyorum. minik ayrıntılar katıyorlar hayata. (sevgi pıtırcığı ben)
- (yazlık notları var bi de, onu ayrıca yazıcam)
07 Temmuz, 2007
pıffffffff
hani uyanıyosun bazı sabahlar, yok zerre keyfin yok.. artık rüyanda kötü bişey mi gördün, bilmem ne gezegeni götüne mi kaçtı, uykunda üstünde minik cinler top mu oynadı bilemiyosun ama sıkkınsın işte..
birden bütün evin camlarının etrafına kocaman demir kapaklar insin, radyoaktivite artsın telefonlar iletişimler çalışmasın, msn açılmasın, mailine gireme, ev de görünmez olsun istiyorum öyle zamanlarda. insanların akıllarından bir günlüğüne bu dünyada yaşadığım silinsin istiyorum. sokağa çıktığımda kimse göremesin, kulağımda kulaklığımla kimseyle gözgöze gelmeden yüriyebiliyim istiyorum. ya da bisiklete atlayıp deniz kenarına gidip (trafik de olmadan) orda bir iki sigara içiyim, termosta da fındıklı filtre kahve olsun istiyorum. (aman hanım kızım ne dilediğine dikkat et)
ya da tekrar uyuyup bunun geçmesini ummalı..
neyse ki balkon var, neyse ki orası saklanmış bölge.. evde filtre kahve yok ama olsun. oluyo işte arada böyle.
neymiş, bir varmıııış, bir yokmuuuş...
boş işler
bir tane ağızlığım var, hani bu 1950lerde kadınlar kullanırlarmış ya onlardan. fildişi sigara takılan yeri, tabii bir süre sonra sararıyor dumandan..
zevkli bişey ağızlıkla sigara içmek. bazen de külfetli..
bi kere nedense kendini bi garip hissediyosun, birden o 50lerde filmlere girmiş gibi oluyorum. sigarayı tutma şeklim falan değişiyo, bi bakıyorum ki oturma ve bacak bacak üstüne atma kombinasyonum da değişmiş.. ((yoksa içimde saklı bir ingrad bergman mı var??))
sonra kültablasına koyamıyosun ağızlıklı sigarayı, özellikle sonlarına doğru. sigaranın yanan yerinin kültablasını dibine değmesini de sevmediğim için elimde tutmak zorunda kalıyorum.
bir de sigaranın sonu durumu vardır ya, hani tam son nefeste filtreyi elinle sıkarsın da öyle çekersin nefesi içine, oh nasıl bir keyiftir o.. onu da yapamıyosun ağızlıklı sigarada. yani istersen yaparsın tabii de yine de o lezzet gelmiyor ağzına.. (ne lanet şeymiş bu ağızlık yahu...)
neyse yine de kırkyılda bir de olsa ağızlıkla sigara içmek keyifli bişey. az sonra kapıdan humphrey bogart ya da james dean giricek sanıyosun. ya da ben yeteri kadar delirmedim daha..
(tavsiye: penguen sayı 250, 5 temmuz tarihli olan yani, ikinci sayfadaki yiğit özgür'ü tavsiye ederim, içimizden biri: yekteran baymedir)
19 Haziran, 2007
* rüyamda hayatımda yüzünü hiç görmediğim bi adam gördüm, aşık oldum. adam bi şekilde bizim evdeydi ama aşık olduğum yer apartmanın içinde her nasılsa aparmana yığdığım boya badana ve çerçöp pisliklerini sokağa taşıdığımız andı.. gittim sarıldım çocuğa. aslında çocuk da üvey kardeşimdi, bi anda bütün değer ve ahlak yagılarını kafamdan geçirdim uykumun ortasında. hatta aklıma woody allen bile geldi. (o da üvey kızıyla evlendi, ne var)
bi de rüyamda rüya gördüm. bizim izmirdeki ev yanıyomuş. babam da burda, anneme telefon açıyorum ve yangın seslerini duyuorum. hiç bi şekilde anneme ulaşamadım açmadı telefonunu, herhalde evde unuttu dedim. yanında olmadığı telefonun bir şekilde açılması ve benim yangın sesini duyabilmem de rüya teknolojisi sanırım. sonra bi baktım aslında rüyaymış bu. sonra rüyamda yine de kıllandım annemi aradım, sonra sabahın köründe annemi neden arıyorum dedim kapattım. tüm bunların halen rüyamda oluyor olması da ayrı bi saçmalıktı.
acaba şu anda da rüyada olabilir miyim? yok ama sigara içtim, ağzımda çoook çirkin bi tad var bu rüya olamaz.. hem insan rüyasında bloguna yazı girdiğini görür mü, çok çirkin bi rüya olur o.
bi de rüyamda rüya gördüm. bizim izmirdeki ev yanıyomuş. babam da burda, anneme telefon açıyorum ve yangın seslerini duyuorum. hiç bi şekilde anneme ulaşamadım açmadı telefonunu, herhalde evde unuttu dedim. yanında olmadığı telefonun bir şekilde açılması ve benim yangın sesini duyabilmem de rüya teknolojisi sanırım. sonra bi baktım aslında rüyaymış bu. sonra rüyamda yine de kıllandım annemi aradım, sonra sabahın köründe annemi neden arıyorum dedim kapattım. tüm bunların halen rüyamda oluyor olması da ayrı bi saçmalıktı.
acaba şu anda da rüyada olabilir miyim? yok ama sigara içtim, ağzımda çoook çirkin bi tad var bu rüya olamaz.. hem insan rüyasında bloguna yazı girdiğini görür mü, çok çirkin bi rüya olur o.
18 Haziran, 2007
saçmala
kendime notlar:
* kedi, sinek ve böcek ve kelebek yakalamaya başladı. gözlemlerime göre yakaladığı sinekleri hemen yiyor, böcekleri ve kelebekleri görebileceğim bir yere bırakıyor ki, ölülerinden bile midem bulansın.
* sarhoşken böcekten korkmuyorum, hatta peçeteyle tutup çöpe atma yeteneğine bile sahibim sarhoşken. demek ki neymiş, sürekli içmek lazımmış, özellikle böcek popülasyonunun arttığı yaz aylarında. ama ilerleme var, bugün işe giderken yerde ölü bi tane gördüm, korkmadan yanından geçtim.. afferim bana.
* toplantı denen şeylerden nefret ediyorum. elimi kolumu nereme sokucağımı şaşırıyorum, oturma pozisyonu bulamıyorum. üstümdeki şeylerle zaten rahat değilim.. bi ara tuvalete gittim, kanter içinde yere bağdaş kurup oturdum biraz.(temizdi, temizdi..) biraz uzun sürdü kendime gelmem ama rahatlayıp geri döndüm toplantıya. zaten bi de deli gibi akşamdan kalmaydım, ne işim var toplantıda..
bi de toplantı odaları o kadar rahatsız olmak zorunda mıdır? berbat yerler.
* metrodan çıkış anını da sevmiyorum mesela. herkes koşarak merdivenlere yetişmeye çalışıyor. kaçıyor sanki merdivenler. hemen tırıs tırıs en az insanın olduğu tarafa yönleniyorum, taksimde çok az kişi gezi parkı ve talimhane tarafına gidiyor. hemen oraya yöneliyorum, biraz daha fazla yürürüm ama o insan kalabalığına girmem diyorum hep kendime.
ama metronun içinde olma anını seviyorum bazen. aklıma jacob's ladder filmini getirirsem rahatlıyorum. ordaki gibi karanlık, pis bi atmosfer hayali kendimi iyi hissetmemi sağlıyor. (bir de filmdeki posterler..)
metrolar da trenler gibi olsaydı ya, iki tren farklı yönlere giderken yanyana denk gelselerdi arada, el sallasaydık biz de birbirimize.
* yatağa çarşaf takmayı da sevmiyorum. çok üşeniyorum hep.. eğil kalk, bi tarafını tak diğer tarafı çıksın, git onu düzelt, hiç kırışıklık olmasın çarşafta diye uğraşmak falan.. ne gerek var acaba.. çarşaf takma makinası istiyorum.
* mac pro istiyorum, cinema display istiyorum..
31 Mayıs, 2007
antenler ve insanlar
anteni olan herşeyden korkarım. televizyondan korkarım mesela, gördüğüm yerde kapatmak isterim. çıkardığı o ince frekans kulaklarımı tırmalar da rahatsız olurum. tahtaya tırnak sürtme sesi gibi gelir, gerçi ondan hiç rahatsız olmam ama televizyonunkinden oluyorum işte.
ya da böcekten korkarım mesela, onun da anteni var. hem de çok korkarım böcekten. eve durduk yere gökyüzünden balina düşse daha az korkarım, o derece tırsakım böcek konusunda. çocukken çizgili bi tanesi yastığımın altından çıkmıştı da ordan kalma heralde bu korkum.(herşeyi çocukluğa bağlıycaz ya, ben de öyle yapiyim dedim, yoksa hakkımız değil kahverengini sevmemek ya da hayvanın tipini beğenmemek)
gece tuvalete gidemediğimi biliyorum, böcek vardır belki tuvalette diye. görür gömez tüm tüylerimin diken diken olması, gece geç saatse ve evde uyuyan varsa bi yılan gibi çığlık atıyor olmam, ve kaçtığım odadan saatlerce çıkamıyor olmam önemli psikolojik sorunlarımdan. anteni olmasa da korkarım. bi kere kahverengi.. hiç sevmem o rengi, hem de tipleri çirkin. hızlı hareket ediyolar bi de. herhangi bi yerde karşı karşıya gelirsen kontratak yapma ihtimalleri çok yüksek. mazallah.
çocukken de sinekleri ya da böcekleri yakalayıp kibrit kutusuna tıkıp işkence ettiğimi de hatırlamıyorum, kuzenim yapardı tek tek yakalar, ocakta yakardı hepsini kürdana batırıp. cazır cuzur ses çıkardı karasineklerden mesela. ben o sırada clementine izlemek için lokale doğru yol alırdım yanından ayrılıp. tembel kuzenimin erken saatte uyanıp bununla uğraşıyor olması da ayrı bir saçmalık tabii.
konuma dönersem; mesela piton denen yaratık böcek yiyor olsa, sadece karafatmayla ve türevleriyle besleniyor olsa hiç çekinmem alırım eve bi tane. kedi var da bi boka yaradığı yok. o anca tüylerini yesin.
sümüklüböcekten korkmam ama. onun görünüşü o kadar itici değil. hem spiral şeklinde kabuğu bi kere. spiral nerde varsa saygım sonsuz. karafatmada varsa -ki vardır bi tarafında kesin- saygı duymam ama, duyamam bi kere. ne kadar bunu bi mantığa oturtmaya çalışsam da, hatta oturtabilsem de bilinçaltım izin vermez. duymam.
aslında son zamanlardaki deneyimlerime dayanarak zıplayan şeylerden de korkmam lazım. ama o konuda henüz o kadar ilerletmedim kendimi.
aslında sanırım benim derdim dış görünüşle. evet dış görünüşe önem veren bi insanım. arkadaşlarımın hepsi renkli gözlüdür mesela, renkli gözlü olmayan insanla işim olmaz, hemen uzaklaşırım yanından. ya da muhabbete girmem.
mesela kelebek dediğimiz canlı, güzel bi canlı evet. ama onun da öyle çeşitleri var ki, görür görmez ani ve kocaman modern dans hareketleriyle yanlarından kaçasım geliyor. bu kaçma girişimlerim sırasındaki hareketlerimi bir koreograf görse bana bir performansında başrol vermek isteyebilir. "karafatmanın söylettikleri" "böcekler ve insanlar"
işin en fena tarafı da bu hayvanlarla, böcek ya da o çirkin kelebek olsun, insanların içinde karşılaşmak. karizması olan bi insan değilim ama en azından elde olanla yetinmeyi bilen bi insanım. ormanlık yeşillik bi yerde kalabalık halinde ilerlenirken, gördüğüm antenli canlıya verdiğim tepkinin, sanki yerden birden bir ölünün elinin fırlamış da ayağımı yakalamış gibi bir tepki olduğu düşünülürse ve bu halimle insanları aniden nasıl korkuttuğum da düşünülürse, nefret edilen, kınanan ya da alaycı bakışlara maruz kalan kişi olmam bana haksızlık olmaz sanırım. (ne uzun cümle oldu bu.)
çok korkunçtur kalabalık içinde böcekten korkmak. böcek korkusuna bir de "kalabalık içinde böcekten korkma korkusu" eklenir. her böcekten korkucuda vardır bu yan etki de.
neyse bitiresim geldi bu yazıyı. aklıma geldikçe güncellerim zaten. antenli canlılar ve böcek korkum konusunda daha yazabileceğim çok şeyim olduğunu biliyorum. "tek bildiğim varsa o da böcekten çok korktuğum" yazılmasını isterim mezarıma. ironik olsun diye. nasılsa onların midesine inicem.. of ya offf..
(aaaa bak ölünce denize atılmak istememin bilinçaltı sebebi de bu olabilir, hiç böyle bakmamıştım. freud'a selamlar efendim)
03 Mayıs, 2007
bırak gitsin
yirmibeş yaşına iki tane vak-a sığdırmış olmak marifet değil biliyorum. ne olurdu ki azıcık daha samimi olabilseydin, egom yok benim'i oynarken, en azından mola vermesini, ne yapıyorum ki ben demesini bilseydin?..
kanım çekildi, biraz oyuldu içim hatta. alkolle de besledim kendimi bu arada. bol bol küfür de ettim, ağzım daha da bozuldu. kimi zaman aramanı ya da bir şekilde iletişime geçmeni ümit ederken yüzlerce tur attım evin içinde. sonra tüm enerjim, heyecanım, neşem tükenmişken kanepeye yığılmış buldum kendimi.. arkadaşlarıma bile açıklayamadım neler olduğunu bi süre.. hayatımda ilk defa "konuşmak istemiyorum bu konu hakkında" dedim, samimice. çünkü senden bahsetmek bile yeteri kadar hayatımın içine nüfus etmene yetiyordu, ve ben öyle savaşamıyordum.
sınırlar koydum kendime, şarkılar seçtim, anlatabilen şarkılar, sıkılana kadar bu şarkıları dinliycem dedim, şarkılardan sıkılınca sen de geçip gidicektin. (birşeye tutunmam lazımdı evet) günlerce onlar çaldı, dinledim, sana da dinlettim hatta, hayatımı kurtarmıştı şarkılar çünkü, hayatımın kurtulmaya olan ihtiyacının senin yüzünden olduğunu anlamadın, ya da anlamak istemedin, çünkü o sırada karşı masadan başka bir kız sana göz kırpıyordu ve etkilenmiştin. evet beğenilmek hoşuna gidiyordu. benim neremi beğeniyorsun ki, çirkinim ben diyordun bana.. sonra şarkılar çalmaya devam etti, o aynı iki şarkı.. sıkılamadım. şarkıların güzelliğinden samimiyetinden mi yoksa hala aptal olduğumdan mı bilemedim. yeni şarkılar açiyim kendime o zaman dedim, hayır şarkılarla alakası yokmuş.
sonra bir gün aptal gibi hala seni beklediğimi anladım. sen "bigün gelip kapını yine çalıcam" derken doğru söylüyorsun sanıyordum.. ama senin aklın o karşı masalarda kalmıştı aslında.
ve sonunda "kırıcı olmak istemiyorum ama hayatımda birisi var" dedin. kırdın.
artık özlemek istemiyorum.
kanım çekildi, biraz oyuldu içim hatta. alkolle de besledim kendimi bu arada. bol bol küfür de ettim, ağzım daha da bozuldu. kimi zaman aramanı ya da bir şekilde iletişime geçmeni ümit ederken yüzlerce tur attım evin içinde. sonra tüm enerjim, heyecanım, neşem tükenmişken kanepeye yığılmış buldum kendimi.. arkadaşlarıma bile açıklayamadım neler olduğunu bi süre.. hayatımda ilk defa "konuşmak istemiyorum bu konu hakkında" dedim, samimice. çünkü senden bahsetmek bile yeteri kadar hayatımın içine nüfus etmene yetiyordu, ve ben öyle savaşamıyordum.
sınırlar koydum kendime, şarkılar seçtim, anlatabilen şarkılar, sıkılana kadar bu şarkıları dinliycem dedim, şarkılardan sıkılınca sen de geçip gidicektin. (birşeye tutunmam lazımdı evet) günlerce onlar çaldı, dinledim, sana da dinlettim hatta, hayatımı kurtarmıştı şarkılar çünkü, hayatımın kurtulmaya olan ihtiyacının senin yüzünden olduğunu anlamadın, ya da anlamak istemedin, çünkü o sırada karşı masadan başka bir kız sana göz kırpıyordu ve etkilenmiştin. evet beğenilmek hoşuna gidiyordu. benim neremi beğeniyorsun ki, çirkinim ben diyordun bana.. sonra şarkılar çalmaya devam etti, o aynı iki şarkı.. sıkılamadım. şarkıların güzelliğinden samimiyetinden mi yoksa hala aptal olduğumdan mı bilemedim. yeni şarkılar açiyim kendime o zaman dedim, hayır şarkılarla alakası yokmuş.
sonra bir gün aptal gibi hala seni beklediğimi anladım. sen "bigün gelip kapını yine çalıcam" derken doğru söylüyorsun sanıyordum.. ama senin aklın o karşı masalarda kalmıştı aslında.
ve sonunda "kırıcı olmak istemiyorum ama hayatımda birisi var" dedin. kırdın.
artık özlemek istemiyorum.
07 Nisan, 2007
eve çıkmak
bu ev sahibi, emlakçı, depozito ırkı ayrı bir ırk sanırım. dedikleriniz bir kulaklarından girip içerde hiç bir yere dokunmadan, yankı yapmadan geçip gidiyor. ulan diyosun evi tutarken memleketimi söyliyim arada, belki hemşehri çıkarız da ordan bi torpil alırız, yok yemiyorlar. şirin kızı oyniyim diyosun, yok onu da yutmuyorlar. e tuzları kuru tabii, "sen olmazsan başkası olur caaanım cananım benim".
eve girerken verdiğin depozitoyu çıkarken almayı geçtim, bir de üstüne çıkarken evi boya demek mi, çelik kapı taktırıcam eve, parasını da sen ödiyceksin demek mi.. o çelik kapının parasını ben verirsem o kapıyı evden çıkarken alır götürürüm ama ben arkadaşım. bunu akıl edemiyo musun, al kontratta yazıyo hepsi.. eve girerken evde neler olduğu. götürürüm, gerçekten yaparım.
cuma namazına gidicem, elektrik su işini perşembe yapalım demesini biliyosun, dinime bağlıyim'ı oynuyosun bana ama iki gram anlayışa ve iyiliğe sahip değilsin. sinirlendim.
eve girerken verdiğin depozitoyu çıkarken almayı geçtim, bir de üstüne çıkarken evi boya demek mi, çelik kapı taktırıcam eve, parasını da sen ödiyceksin demek mi.. o çelik kapının parasını ben verirsem o kapıyı evden çıkarken alır götürürüm ama ben arkadaşım. bunu akıl edemiyo musun, al kontratta yazıyo hepsi.. eve girerken evde neler olduğu. götürürüm, gerçekten yaparım.
cuma namazına gidicem, elektrik su işini perşembe yapalım demesini biliyosun, dinime bağlıyim'ı oynuyosun bana ama iki gram anlayışa ve iyiliğe sahip değilsin. sinirlendim.
14 Mart, 2007
kedisel sızlanmalar 1
bu kedi milleti acayip bi millet. hele bunların yavru olanları daha da bi acayipmiş.
ne desen de anlatamıyorsun, kendilerinin keyfini beklemek zorundasın illa ki.. eğitim falan hak getire.
gidiyorsun yanına, "bak arkadaşım ben senin yatağına çişimi yapıyo muyum, hayır, e o zaman anlaşalım, bak bu senin tuvaletin, git oraya yap." diyosun.. sadece malca bakıyor sana, hatta bakmaktan da öte "sussa da ilk fırsatta gitsem yatağına çişimi yapsam" gibilerinden kaçma girişimlerinde bulunuyor bir de.
hayır anladık yavrusun, biz de yavruyken altımıza yapıyorduk, rezil ediyorduk etrafı ama en azından çorap kemirmiyoduk değil mi? ya da torba parçaladığımı da hatırlamıyorum. tamam iplerle aranız iyi, ne güzel, ama her tepeden asılı olduğunu gördüğün ipe de zıplama be kardeşim. hayır o ipe birşey asmış oluyorum, ya da başka birşeylere bağlı oluyor o ip. senin asılmanla hoooop yerde hepsi.. bir, iki, üç, dört.. ama yeter cidden.
bir de cd case durumu var. o case tırnak güçlendirme girişimin için doğru mecra değil. bunun için evde kanepeler var, dünyanın en dandik halısıyla kaplı bütün ev, git onlarla hallet bu arzunu. case'in dışı umrumda değil, ama henüz çişini tutabilen bi yaratık değilsin, derdim o. yoksa ne yapiyim case'in dış yüzeyini. önemli olan insanın içi..
sonra.. nedir o, telsiz telefonu yerinden düşürüp üstünde tepinirken açma tuşuna basmak, meşgule düşürmek hattı..
şimdilik sızlanmalarım bu kadar. biliyorum ki devamı gelecek.
07 Mart, 2007
youtube
az önce başımdan geçen olay:
birilerine tepki göstermek, derdimi anlatmak, sonuçta hiç bir bok çıkmayacağını bilerek yine de işin saçmalığı hakkında bir yetkiliyle konuşabilmek için telekom il müdürlüğü aranır. telefonu açan ilk kişiye derdimi anlatırım, bu bayan beni dinledikten sonra bir arkadaşına seslenir:
- ahmeeeet, biz "yusuf" diye bir site kapattık mı?
arkadaşı: yusuf değil, "yutub"!!
- haa, kapattık mı?
- evet sen sıtkı beye transfer et onu.
sıtkı beye götürülür telefon, bende bu arada kadının yürürkenki nefes alışverişlerini dinlerim. bu sıtkı amca derdimi dinler gibi yapıp hemen akabinde ezberlediği; ata`dan girip bu nasıl birşeydir, bunu kimseye yaptırmayız`dan çıkar, çıkmakla kalmaz ne dediğimi bile dinlemez ve sonunda:
ben: bakın katılıyorum size, elbette Atatürk`e hakaret edilmemelidir, ama buna tepki gösterilecekse bunun yöntemi sizin kökten çözüm dediğiniz siteye erişimi engellemek değildir.
- hanımefendi tamam, o işle pazarlama bölümü ilgilenmekte.
ben: nasıl yani, pazarlamanın ne alakası olabilir?
- ben size oranın telefonunu veriyim.
pazarlama aranır, telefonu açan kişiye dert bir daha anlatılır. telefondaki kızcağız şaşırır ve:
- bizim hiç alakamız yok bu konuyla, bilişim bölümü ilgileniyor. telefonunu veriyim.
telefon alınır, bilişim aranır.
bilişimdeki adam biraz daha konuşma yeteneğine sahip bir kişidir. derdimi anlatırım. benim siteye girme özgürlüğümü hangi hakla elimden aldıklarını anlamaya çalıştığımı ve bir açıklama beklediğimi söylerim.
- hanımefendi, siz videoyu gördünüz mü? o siteye çocuklarımın girmesini istemiyorum, açık kalamaz öyle bir site.
ben: beyefendi bakın, internette böyle milyonlarca video ve site var. çocuklarınızın girmesini istemezseniz çocuklarınızı kontrol edersiniz. gidip de siteyi kapatmazsınız. kola kötü birşey diye kola içmeyi yasaklamazsınız, kendiniz kola içmezsiniz. bunun kadar basit bu durum da. karşıysanız yapmazsınız, ama kimseye siteye giremezsin diyemezsiniz. vs. vs...
adamla bir süre cebelleştikten sonra:
- siteyi de biz kapatmadık zaten, mahkeme kararıyla kapatıldı. gidin mahkemeyi arayın. hatta hakkınızı arayın, sizde dava açın, bu ülkede ne oluyorsa kimsenin hakkını aramamasından oluyor zaten.
şeklinde bir nutuk da dinleyerek telefon yüzüme kapatılır.
biliyorum, konuşulabilecek birisi bulacağımı ümit edip telefona sarılmak benim eşşekliğim. ne bekleyebilirdim ki, ata edebiyatı yapıp iki dakikada cumhuriyetçi kesilen, ama savaş zamanı barış isteyenleri "yurtbölücüler" diye nitelendirenlerin mekanı orası ve çoğu yer.
herhangi bir siteye erişim hakkımı bana sormadan kesen, isteyince hemen harekete geçebilen zihniyet, gerekince kafamı da keser elbette. ne de olsa en güzel çözüm hızlı ve kökten olandır.
birilerine tepki göstermek, derdimi anlatmak, sonuçta hiç bir bok çıkmayacağını bilerek yine de işin saçmalığı hakkında bir yetkiliyle konuşabilmek için telekom il müdürlüğü aranır. telefonu açan ilk kişiye derdimi anlatırım, bu bayan beni dinledikten sonra bir arkadaşına seslenir:
- ahmeeeet, biz "yusuf" diye bir site kapattık mı?
arkadaşı: yusuf değil, "yutub"!!
- haa, kapattık mı?
- evet sen sıtkı beye transfer et onu.
sıtkı beye götürülür telefon, bende bu arada kadının yürürkenki nefes alışverişlerini dinlerim. bu sıtkı amca derdimi dinler gibi yapıp hemen akabinde ezberlediği; ata`dan girip bu nasıl birşeydir, bunu kimseye yaptırmayız`dan çıkar, çıkmakla kalmaz ne dediğimi bile dinlemez ve sonunda:
ben: bakın katılıyorum size, elbette Atatürk`e hakaret edilmemelidir, ama buna tepki gösterilecekse bunun yöntemi sizin kökten çözüm dediğiniz siteye erişimi engellemek değildir.
- hanımefendi tamam, o işle pazarlama bölümü ilgilenmekte.
ben: nasıl yani, pazarlamanın ne alakası olabilir?
- ben size oranın telefonunu veriyim.
pazarlama aranır, telefonu açan kişiye dert bir daha anlatılır. telefondaki kızcağız şaşırır ve:
- bizim hiç alakamız yok bu konuyla, bilişim bölümü ilgileniyor. telefonunu veriyim.
telefon alınır, bilişim aranır.
bilişimdeki adam biraz daha konuşma yeteneğine sahip bir kişidir. derdimi anlatırım. benim siteye girme özgürlüğümü hangi hakla elimden aldıklarını anlamaya çalıştığımı ve bir açıklama beklediğimi söylerim.
- hanımefendi, siz videoyu gördünüz mü? o siteye çocuklarımın girmesini istemiyorum, açık kalamaz öyle bir site.
ben: beyefendi bakın, internette böyle milyonlarca video ve site var. çocuklarınızın girmesini istemezseniz çocuklarınızı kontrol edersiniz. gidip de siteyi kapatmazsınız. kola kötü birşey diye kola içmeyi yasaklamazsınız, kendiniz kola içmezsiniz. bunun kadar basit bu durum da. karşıysanız yapmazsınız, ama kimseye siteye giremezsin diyemezsiniz. vs. vs...
adamla bir süre cebelleştikten sonra:
- siteyi de biz kapatmadık zaten, mahkeme kararıyla kapatıldı. gidin mahkemeyi arayın. hatta hakkınızı arayın, sizde dava açın, bu ülkede ne oluyorsa kimsenin hakkını aramamasından oluyor zaten.
şeklinde bir nutuk da dinleyerek telefon yüzüme kapatılır.
biliyorum, konuşulabilecek birisi bulacağımı ümit edip telefona sarılmak benim eşşekliğim. ne bekleyebilirdim ki, ata edebiyatı yapıp iki dakikada cumhuriyetçi kesilen, ama savaş zamanı barış isteyenleri "yurtbölücüler" diye nitelendirenlerin mekanı orası ve çoğu yer.
herhangi bir siteye erişim hakkımı bana sormadan kesen, isteyince hemen harekete geçebilen zihniyet, gerekince kafamı da keser elbette. ne de olsa en güzel çözüm hızlı ve kökten olandır.
04 Mart, 2007
birasal ısınmaya hayır
bu dünya üzerindeki en nefret edilesi mesleklerden bir tanesi sanırım reklam metni yazarlığı. bu işi yapabilmek için birkaç temel özellik yeterli. ağzın laf yapması, az buçuk yaratıcılık, 3-5 kitap okumuş olmak, gündemi takip edebilecek kadar zekaya sahip olmak ve de boku çıkmış, her mevzuyu reklamına alet edebilecek kadar zıvanadan da çıkmış bir beyin. (toplamda yeteri kadar cinayet sebebi)
zamanında ırak savaşını cola turca`ya reklam malzemesi olarak kullanmış (çölde helikopterlerin, tankların arasında ilerleyen bir amerikan askerinin kumların içinden cola turca bulduğu reklam) reklamcı zekasının yeni ürününü de hayranlıkla görmekteyim duvarlarda, gazetelerde. "birasal ısınmaya hayır".
bu konuyu biraya slogan yapacak zekaya ve yaratıcılığa(?) sahip metin yazarlarını gidip gözlerinden öpmek istiyorum. onlara özel bir "gündem takip eden duyarlı domuz" ödülü vermek de istiyorum. yanında da bir bardak bira elbette. ellerimle hem de. böylece dudak ısırtacak derecede başarılı reklam sloganlarını kutlayabilirler. ama sanırım onlar efes değil taps içiyorlardır.. olsun, taps`de olur, ne de olsa küresel ısınma küresel ısınmadır.
çarşı tayfası "hepimiz ozon tabakasıyız" dedi, beni benden alıp günlerce bunun hakkında heyecanla konuşmama sebep oldu. evet "çarşı herşeye duyarlı". tabii ki reklamcılar da. onlar da sanırım akılları sıra hem küresel ısınmaya dikkat çekiyorlar hem de bir taşla iki kuş vurmuş olarak, aradan slogan işini de çıkartıyorlar.
efes'i de tebrik etmek lazım tabii ki böyle bir sloganı kabul ettiği için.
herneyse bu reklamcı milleti her türlü olayı kendine alet etmeye devam edicek biliyoruz bunu, biz fanilere de onların bir sonraki felaketi nasıl kullanıcaklarını merakla beklemek kalıyor sanırım.
efes'i de tebrik etmek lazım tabii ki böyle bir sloganı kabul ettiği için.
herneyse bu reklamcı milleti her türlü olayı kendine alet etmeye devam edicek biliyoruz bunu, biz fanilere de onların bir sonraki felaketi nasıl kullanıcaklarını merakla beklemek kalıyor sanırım.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)