22 Aralık, 2010

önemli olan boyu değil, işlevi?


dün havanın da güzel olmasını bahane ederek sabah erkenden kalkmış diri vücudumu öğlen saatleri olmadan motorun üstüne attım.

gezerim biraz, motor servisten de çıktı bakalım ne halde diyerek klasik, istinye'de deniz kenarındaki kafeye gittim. gazetemi, dergilerimi kitabımı kaptım, kahve hayaliyle oturdum mekana. kahve, neskafe, sigara derken 2 saatimi orda geçirdim. ne de güzel geldi.

sonra dur dedim, istinye'nin ilerisindeki semtin adı neyse, öğrenemedim hala, orda bi kafe vardı, gidiyim orda boğaza karşı bi bira içiyim sonra eve dönerim. oturdum mekana, biramı söyledim, dergi, kitap hala devam. boğaz da pek şahane be, hava da iyi zaten. otururken karnım acıktı, menü rica ettim garsondan.

yuh, ateş pahası herşey. ama canım uzun zamandır nasıl deniz mahsullü bişey yemek istiyo bilemezsin.. baktım deniz mahsullü ne var, risotto var. kaç para? 29 LİRA!!!! oh-haaaaa!!!
seksen kere alsam mı almasam mı, çok para olm, garsonu çağırıp saydırsam mı diye düşünürken adam geldi, bi isteğiniz var mı dedi.. dedim risotto.

ben risottoymuş, pestoymuş bu garip isimleri hala öğrenemedim. garson gittikten sonra kendimi ikna çabalarım devam etti. abi 40 yılda bi kereden bişey olmaz, pazartesi günü 2 saat süren bi diş ameliyatı oldum zaten, şimarmayı hak ediyorum vesaire derken kendimi azıcık ikna ettim.

hem zaten 29 liraya da eşşek kadar bi tabak yemek gelir herhalde, gözüm de karnım da haddiyle doyar di mi? NAHHH doyar!!!

adam bi getirdi yemeği, cücük kadar bişey!!! bi de kocaman fötr şapka gibi bi tabakta getirmiş. risotto dediğin de pilavmış zaten. ben sanıyorum kocaman bi makarna gelicek, içinde de deniz ürünleri yüzücek... bi sinirlendim, bişey de diyemedim. başa gelen çekilir diyerek yedim avuçiçi kadar pilavı.

şu minnacık şeye o kadar para vericeğimi düşündükçe kendimi mekanın sahibi gibi hissettim nedense. çok çirkin bi parça çalıyodu o sırada, garsona onu değiştirmesini, kırmızı biber isteğimi acısso ile geçiştiren elemana bakkaldan kırmızı biber almasını falan söylemek istedim. yahu neden aklıma gelmedi ki böyle yerlerde yemeğe hem eşşek kadar para aldıkları hem de minicik porsiyonları olduğu.. pilavın yanında salaklığımı su niyetine içtim ne yapiyim.. :)

şaşkınlıkla yemeğin fotoğrafını çekmeyi unutmuşum ne yazık ki. e bi daha da hayatımda böyle bi angutluk yapmıycağım için(umarım), bunun kanıtını saklayamıyorum kendime ama ben ben oliyim bi daha bu tarz yerlerde yemek yemiyim sakın!

14 Aralık, 2010

bumbum

benim için bumbum kişisi, yani bilinen ismiyle onor bumbum..

hayatıma bir kaç sene önce tam ihtiyaç duyduğum sırada, erkek arkadaşımın kıçıma tekmeyi bastığı bi zaman evet, şans eseri konseri olduğu için ekşisözlükte başlığını görmem üzerine girdi.
yahu dedim ne bu onor bumbum, ordan linklerle şarkılarına, bir şekilde de kendisine ulaşmayı başardım.

erkek arkadaşımın popomdaki tekme izi geçene kadar sadece günlerce ve haftalarca şarkılarını dinledim. ciddiyim ama, başka hiiiiç bişey dinlemedim.
bu sebeple bende özel bi yeri var tüm şarkılarının. ihtiyacım olan nefes alma teneffüsünü ve süresini içimde bulmama yardımcı olmuştu.
eve kim gelse parçalarını dinletir, dinleyenlerden de güzel yorumlar alırdım. sonra baktım hala dinliyorum, tamam dedim, olmuşum ben. :)

ne zaman kendi kendime mektup yazasım gelse parçalarını açıyorum bumbum kişisinin.

şimdi, o senelerdir bir grup insanın bildiği parçaları albüm halinde elimize almak üzereyiz. şahsen ben kendi adıma çok heyecanlıyım.
hem türkiye'nin sonunda downtempo ve türkçe bir albüme kavuşmasını görmekten hem de bu albümün evrimine ufaktan da olsa şahit olmanın getirdiği tatmin yüzünden.

15 aralık'ta the hall'da albüm lansmanı var. öyle kocaman kocaman ünler getirmiycek albüm bu adama, zaten istediğinin o olduğunu da düşünmüyorum.
ama en azından şundan eminim ki ülkede çıkan müzik çeşitlemesi içinde hak ettiği yeri bulucak.

Onor Bumbum - Dokun from onor bumbum on Vimeo.

08 Aralık, 2010

pişmemiş fasulyeye mektup

zaparken yemekteyiz yarışmasına denk gelince farkettim ki; hayatım boyunca hiç fasulye yemeği yapamıycam sanırım. yarın ne yemek yapıcağını bi gün önceden bilmek nasıl bi kafadır acaba.. ben o fasulyeyi bi gün önceden ıslatsam strese girerim, o stresten gerilirim, gerildiğim için yorulurum, yorulunca da hevesim kaçar.. çok üzülüyorum bazen kendime günlük, nasıl da severim halbuki.

03 Aralık, 2010

bu yazıyı 1-2 hafta önce prenses için yazmıştım fakat bürokrasinin ağlarına takıldı. bu günlükte tek bürokrat ben olduğuma göre ne demokrasiye ihtiyaç var ne de konsensusa. buyrun bakalım:

caaaanım prenses... arada o kaldığın odada kendini yalnız hissettiğin, herkesten nefret ettiğin, nefret olmasa bile hayata karşı alıcak tek nefesinin kalmadığını hissettiğin zamanlar oldu mu?
sen konusunu bilemem ama benim böyle umutsuz olduğum, yaşadıklarıma, şahit olduklarıma anlam veremediğim zamanlar oldu. öyle zamanlar çok zor atlatılırlar, ya kendini o kaybolmuşluğun içinde daha çok kaybedersin
ya da bir şekilde "doğum öncesi sancı, herşey bitince bundan çok güzel çıkıcam" diyerek tırnaklarını kanata kanata geri gelirsin.
yöntem sana kalmış, tercih tamamen senin.

yaklaşık 3-4 gün önce boğaziçi köprüsü bir intihar girişimine tanık oldu. ne kadar uzun zaman olmuştu değil mi böyle bir heyecan yaşamayalı.. meth isimli ekşi sözlük yazarı önce sözlükte intiharının başlığı açtı, altına açıklamasını girdi, sonra da köprüye doğru yollandı..

kanla beslenen bu güzel millet hemen altına entryler girmeye, 155'i aramaya, intiharı analiz etmeye ve yazara mesajlar göndermeye başladı. caaaanım gazetelerimiz "ekşi sözlük yazarı boğaz köprüsünde intihara kalkıştı", "köprü trafiğini felç eden sözlük yazarı" gibi güzide ve bir o kadar da duygusuz başlıklarla haberi internet sitelerine geçtiler. aldıkları tepkilerden ve yazarın intiharından vazgeçirilmesinden olsa gerek bu başlıkları şimdi bulamıyoruz sitelerde.

insanların intihar girişimine tepkilerini bu yazı esnasında 61 sayfayı bulmuş olan ekşisözlükten okunabilir. kimileri mide bulandırıcak kadar çirkin kimileri de konu hakkında gayet soğukkanlılık dolu.

hayatın kolay ve çoook güzel bir masal olmadığını hepimiz biliyoruz. hiç birşey o izlemeyi çok sevdiğimiz, içinde kendisini kaybettiğimiz diziler ya da filmlerdeki gibi akıcı ve süslü de değil. hafta içinde, hatta gün içinde milyon tane şeyle uğraşmamız, hepsinden bir şekilde sağ kurtulmamız gerekiyor. kendimizin ve etrafımızdakilerin acımasızlığını ürettiğimiz yöntemlerle bertaraf ediyor ya da içine girerek daha çirkinleşiyoruz kimi zaman. hayat bir şekilde bize oyunlarını, kurallarını dayatarak ona göre bir tarafı tutmamızı şart koşuyor. tüm bu bokluğun içinde de bazıları tamamen kendisine ait olan yaşamını sonlandırmaya karar verebiliyor.

burada çok farklı vicdanlar giriyor işin içine. kimisi etrafında seni sevenleri; ananı babanı kardeşini, arkadaşlarını nasıl bu kadar üzmeye cesaret edebilirsin diyor kimisi de buna sessizce saygı duyarak suskun matemini tutuyor. seçtiğin yöntemin mantıklı olup olmaması konusunda dem vuranından tut, dini sebepleri yüzünden seni yerden yere savuranına kadar bir dolu düşünce mevcut. sen nasıl olursa kaderi çizilmiş, bu dünyaya bir lütuf olarak sana verilen hayata son verme kararı alabilirsin ki? kimsin sen de allah tarafından eline tutuşturulmuş adisyon kağıdını yırtıp çöpe atma cüretini gösterirsin? kendi hayatının gidişi hakkında söz sahibi olabilirken, onun bitiş şekli konusunda gıkını çıkartamazsın..

hasta yatağında artık geri dönüşü olmayan bir yola girerek ötenazi hakkını isteyenleri hala tartışıyor devletler. devletin insan yaşamı üzerindeki hakkı nedir acaba? tamamen kendi seçimlerimle şekillendirdiğim bu hayata son vermeme avukatlar ve bürokratlar mı karar vermelidirler? işin bir de organ bağışı gibi vicdani bir tarafı var elbet burada. bitkisel hayata girmiş, beyinsel tüm fonksiyonlarını artık tıbbi cihazlar sayesinde yürütebilen bir kişinin "hayatta" olup olmadığına kim nasıl karar verebilir ki. ya da mar adentro filmindeki gibi boynundan aşağısı felç olan bir kimsenin artık o yatakta yatmak isteyip istememesine sadece veda etmeyi bilmediğimiz ve buna cesaret edemediğimiz için karar verme hakkımız var mıdır?

tüm bunların yanında kim ne derse desin kendimize bakacak olursak; biz kanla beslenen bir milletiz. sadece biz değil elbet bir çok millet böyle fakat geçen senelerde şahit olduğumuz gibi kendisini çatıdan atmaya kalkan bir kişinin izleyici güruhundan "atla, atla!" diye naralar atan kaç millet sayabilirsiniz bana? evet biz trajediyi seven, onunla beslenen, sokakta kavga edenleri izlemekten hoşlanan, polis eylem yapanları döverken iki yumruk da kendimiz sallamaya meraklı bir milletiz. hangi sebeple olursa olsun, isterse akli dengesi yerinde olmasın, isterse şov yapsın, isterse gerçekten hayata karşı tüm ümitleri tükenmiş olsun, intihar etmek için köprüye çıkan birisine "köprü trafiğinin de amına koydun" diyecek kadar insan olduğunu unutmuş bir milletiz.

hiç kendimi öldürmeye kalkmadım prenses, ama aklımdan geçmedi de değil. o lise zamanlarında herşeyden nefret etmenin hormonlarında olduğu, kimseyi sevmediğin "amaaaan hayat da ne çirkin bişeymiş" demenin moda olduğu zamanlarda ben de düşündüm bunu. hap alsam kimseye zararım olmaz, oh sakin sakin giderim, kendimi yüksek bi binadan atsam annemler parçalanmış beynimi görmek zorunda kalıcaklar, çok acımasız, derken o bunalım zamanları da geçti gitti. o yüzden intihara karar vermiş birisinin aklından geçenleri, umutsuzluğunun derecesini ve hayattan kopmuşluğunu anlayamam. ama herşeyi illa mantıklı bir sebebe sokmam gerektiği öğretilmiş kafama buna saygı duymayı öğretebilirim.

bir yerlerdeki damarlarımızdan birisinin koptuğu kesin, muhtemelen beynimizden kalbimize çıkanın.. ama sebebi, vicdanı, şekli ne olursa olsun hayatına son vermeye karar vermiş bir kimsenin bu kararına saygı duyamayacak ve hatta buna küfürler düzebilecek kadar küstah olduğumuz kesin.