22 Aralık, 2010

önemli olan boyu değil, işlevi?


dün havanın da güzel olmasını bahane ederek sabah erkenden kalkmış diri vücudumu öğlen saatleri olmadan motorun üstüne attım.

gezerim biraz, motor servisten de çıktı bakalım ne halde diyerek klasik, istinye'de deniz kenarındaki kafeye gittim. gazetemi, dergilerimi kitabımı kaptım, kahve hayaliyle oturdum mekana. kahve, neskafe, sigara derken 2 saatimi orda geçirdim. ne de güzel geldi.

sonra dur dedim, istinye'nin ilerisindeki semtin adı neyse, öğrenemedim hala, orda bi kafe vardı, gidiyim orda boğaza karşı bi bira içiyim sonra eve dönerim. oturdum mekana, biramı söyledim, dergi, kitap hala devam. boğaz da pek şahane be, hava da iyi zaten. otururken karnım acıktı, menü rica ettim garsondan.

yuh, ateş pahası herşey. ama canım uzun zamandır nasıl deniz mahsullü bişey yemek istiyo bilemezsin.. baktım deniz mahsullü ne var, risotto var. kaç para? 29 LİRA!!!! oh-haaaaa!!!
seksen kere alsam mı almasam mı, çok para olm, garsonu çağırıp saydırsam mı diye düşünürken adam geldi, bi isteğiniz var mı dedi.. dedim risotto.

ben risottoymuş, pestoymuş bu garip isimleri hala öğrenemedim. garson gittikten sonra kendimi ikna çabalarım devam etti. abi 40 yılda bi kereden bişey olmaz, pazartesi günü 2 saat süren bi diş ameliyatı oldum zaten, şimarmayı hak ediyorum vesaire derken kendimi azıcık ikna ettim.

hem zaten 29 liraya da eşşek kadar bi tabak yemek gelir herhalde, gözüm de karnım da haddiyle doyar di mi? NAHHH doyar!!!

adam bi getirdi yemeği, cücük kadar bişey!!! bi de kocaman fötr şapka gibi bi tabakta getirmiş. risotto dediğin de pilavmış zaten. ben sanıyorum kocaman bi makarna gelicek, içinde de deniz ürünleri yüzücek... bi sinirlendim, bişey de diyemedim. başa gelen çekilir diyerek yedim avuçiçi kadar pilavı.

şu minnacık şeye o kadar para vericeğimi düşündükçe kendimi mekanın sahibi gibi hissettim nedense. çok çirkin bi parça çalıyodu o sırada, garsona onu değiştirmesini, kırmızı biber isteğimi acısso ile geçiştiren elemana bakkaldan kırmızı biber almasını falan söylemek istedim. yahu neden aklıma gelmedi ki böyle yerlerde yemeğe hem eşşek kadar para aldıkları hem de minicik porsiyonları olduğu.. pilavın yanında salaklığımı su niyetine içtim ne yapiyim.. :)

şaşkınlıkla yemeğin fotoğrafını çekmeyi unutmuşum ne yazık ki. e bi daha da hayatımda böyle bi angutluk yapmıycağım için(umarım), bunun kanıtını saklayamıyorum kendime ama ben ben oliyim bi daha bu tarz yerlerde yemek yemiyim sakın!

14 Aralık, 2010

bumbum

benim için bumbum kişisi, yani bilinen ismiyle onor bumbum..

hayatıma bir kaç sene önce tam ihtiyaç duyduğum sırada, erkek arkadaşımın kıçıma tekmeyi bastığı bi zaman evet, şans eseri konseri olduğu için ekşisözlükte başlığını görmem üzerine girdi.
yahu dedim ne bu onor bumbum, ordan linklerle şarkılarına, bir şekilde de kendisine ulaşmayı başardım.

erkek arkadaşımın popomdaki tekme izi geçene kadar sadece günlerce ve haftalarca şarkılarını dinledim. ciddiyim ama, başka hiiiiç bişey dinlemedim.
bu sebeple bende özel bi yeri var tüm şarkılarının. ihtiyacım olan nefes alma teneffüsünü ve süresini içimde bulmama yardımcı olmuştu.
eve kim gelse parçalarını dinletir, dinleyenlerden de güzel yorumlar alırdım. sonra baktım hala dinliyorum, tamam dedim, olmuşum ben. :)

ne zaman kendi kendime mektup yazasım gelse parçalarını açıyorum bumbum kişisinin.

şimdi, o senelerdir bir grup insanın bildiği parçaları albüm halinde elimize almak üzereyiz. şahsen ben kendi adıma çok heyecanlıyım.
hem türkiye'nin sonunda downtempo ve türkçe bir albüme kavuşmasını görmekten hem de bu albümün evrimine ufaktan da olsa şahit olmanın getirdiği tatmin yüzünden.

15 aralık'ta the hall'da albüm lansmanı var. öyle kocaman kocaman ünler getirmiycek albüm bu adama, zaten istediğinin o olduğunu da düşünmüyorum.
ama en azından şundan eminim ki ülkede çıkan müzik çeşitlemesi içinde hak ettiği yeri bulucak.

Onor Bumbum - Dokun from onor bumbum on Vimeo.

08 Aralık, 2010

pişmemiş fasulyeye mektup

zaparken yemekteyiz yarışmasına denk gelince farkettim ki; hayatım boyunca hiç fasulye yemeği yapamıycam sanırım. yarın ne yemek yapıcağını bi gün önceden bilmek nasıl bi kafadır acaba.. ben o fasulyeyi bi gün önceden ıslatsam strese girerim, o stresten gerilirim, gerildiğim için yorulurum, yorulunca da hevesim kaçar.. çok üzülüyorum bazen kendime günlük, nasıl da severim halbuki.

03 Aralık, 2010

bu yazıyı 1-2 hafta önce prenses için yazmıştım fakat bürokrasinin ağlarına takıldı. bu günlükte tek bürokrat ben olduğuma göre ne demokrasiye ihtiyaç var ne de konsensusa. buyrun bakalım:

caaaanım prenses... arada o kaldığın odada kendini yalnız hissettiğin, herkesten nefret ettiğin, nefret olmasa bile hayata karşı alıcak tek nefesinin kalmadığını hissettiğin zamanlar oldu mu?
sen konusunu bilemem ama benim böyle umutsuz olduğum, yaşadıklarıma, şahit olduklarıma anlam veremediğim zamanlar oldu. öyle zamanlar çok zor atlatılırlar, ya kendini o kaybolmuşluğun içinde daha çok kaybedersin
ya da bir şekilde "doğum öncesi sancı, herşey bitince bundan çok güzel çıkıcam" diyerek tırnaklarını kanata kanata geri gelirsin.
yöntem sana kalmış, tercih tamamen senin.

yaklaşık 3-4 gün önce boğaziçi köprüsü bir intihar girişimine tanık oldu. ne kadar uzun zaman olmuştu değil mi böyle bir heyecan yaşamayalı.. meth isimli ekşi sözlük yazarı önce sözlükte intiharının başlığı açtı, altına açıklamasını girdi, sonra da köprüye doğru yollandı..

kanla beslenen bu güzel millet hemen altına entryler girmeye, 155'i aramaya, intiharı analiz etmeye ve yazara mesajlar göndermeye başladı. caaaanım gazetelerimiz "ekşi sözlük yazarı boğaz köprüsünde intihara kalkıştı", "köprü trafiğini felç eden sözlük yazarı" gibi güzide ve bir o kadar da duygusuz başlıklarla haberi internet sitelerine geçtiler. aldıkları tepkilerden ve yazarın intiharından vazgeçirilmesinden olsa gerek bu başlıkları şimdi bulamıyoruz sitelerde.

insanların intihar girişimine tepkilerini bu yazı esnasında 61 sayfayı bulmuş olan ekşisözlükten okunabilir. kimileri mide bulandırıcak kadar çirkin kimileri de konu hakkında gayet soğukkanlılık dolu.

hayatın kolay ve çoook güzel bir masal olmadığını hepimiz biliyoruz. hiç birşey o izlemeyi çok sevdiğimiz, içinde kendisini kaybettiğimiz diziler ya da filmlerdeki gibi akıcı ve süslü de değil. hafta içinde, hatta gün içinde milyon tane şeyle uğraşmamız, hepsinden bir şekilde sağ kurtulmamız gerekiyor. kendimizin ve etrafımızdakilerin acımasızlığını ürettiğimiz yöntemlerle bertaraf ediyor ya da içine girerek daha çirkinleşiyoruz kimi zaman. hayat bir şekilde bize oyunlarını, kurallarını dayatarak ona göre bir tarafı tutmamızı şart koşuyor. tüm bu bokluğun içinde de bazıları tamamen kendisine ait olan yaşamını sonlandırmaya karar verebiliyor.

burada çok farklı vicdanlar giriyor işin içine. kimisi etrafında seni sevenleri; ananı babanı kardeşini, arkadaşlarını nasıl bu kadar üzmeye cesaret edebilirsin diyor kimisi de buna sessizce saygı duyarak suskun matemini tutuyor. seçtiğin yöntemin mantıklı olup olmaması konusunda dem vuranından tut, dini sebepleri yüzünden seni yerden yere savuranına kadar bir dolu düşünce mevcut. sen nasıl olursa kaderi çizilmiş, bu dünyaya bir lütuf olarak sana verilen hayata son verme kararı alabilirsin ki? kimsin sen de allah tarafından eline tutuşturulmuş adisyon kağıdını yırtıp çöpe atma cüretini gösterirsin? kendi hayatının gidişi hakkında söz sahibi olabilirken, onun bitiş şekli konusunda gıkını çıkartamazsın..

hasta yatağında artık geri dönüşü olmayan bir yola girerek ötenazi hakkını isteyenleri hala tartışıyor devletler. devletin insan yaşamı üzerindeki hakkı nedir acaba? tamamen kendi seçimlerimle şekillendirdiğim bu hayata son vermeme avukatlar ve bürokratlar mı karar vermelidirler? işin bir de organ bağışı gibi vicdani bir tarafı var elbet burada. bitkisel hayata girmiş, beyinsel tüm fonksiyonlarını artık tıbbi cihazlar sayesinde yürütebilen bir kişinin "hayatta" olup olmadığına kim nasıl karar verebilir ki. ya da mar adentro filmindeki gibi boynundan aşağısı felç olan bir kimsenin artık o yatakta yatmak isteyip istememesine sadece veda etmeyi bilmediğimiz ve buna cesaret edemediğimiz için karar verme hakkımız var mıdır?

tüm bunların yanında kim ne derse desin kendimize bakacak olursak; biz kanla beslenen bir milletiz. sadece biz değil elbet bir çok millet böyle fakat geçen senelerde şahit olduğumuz gibi kendisini çatıdan atmaya kalkan bir kişinin izleyici güruhundan "atla, atla!" diye naralar atan kaç millet sayabilirsiniz bana? evet biz trajediyi seven, onunla beslenen, sokakta kavga edenleri izlemekten hoşlanan, polis eylem yapanları döverken iki yumruk da kendimiz sallamaya meraklı bir milletiz. hangi sebeple olursa olsun, isterse akli dengesi yerinde olmasın, isterse şov yapsın, isterse gerçekten hayata karşı tüm ümitleri tükenmiş olsun, intihar etmek için köprüye çıkan birisine "köprü trafiğinin de amına koydun" diyecek kadar insan olduğunu unutmuş bir milletiz.

hiç kendimi öldürmeye kalkmadım prenses, ama aklımdan geçmedi de değil. o lise zamanlarında herşeyden nefret etmenin hormonlarında olduğu, kimseyi sevmediğin "amaaaan hayat da ne çirkin bişeymiş" demenin moda olduğu zamanlarda ben de düşündüm bunu. hap alsam kimseye zararım olmaz, oh sakin sakin giderim, kendimi yüksek bi binadan atsam annemler parçalanmış beynimi görmek zorunda kalıcaklar, çok acımasız, derken o bunalım zamanları da geçti gitti. o yüzden intihara karar vermiş birisinin aklından geçenleri, umutsuzluğunun derecesini ve hayattan kopmuşluğunu anlayamam. ama herşeyi illa mantıklı bir sebebe sokmam gerektiği öğretilmiş kafama buna saygı duymayı öğretebilirim.

bir yerlerdeki damarlarımızdan birisinin koptuğu kesin, muhtemelen beynimizden kalbimize çıkanın.. ama sebebi, vicdanı, şekli ne olursa olsun hayatına son vermeye karar vermiş bir kimsenin bu kararına saygı duyamayacak ve hatta buna küfürler düzebilecek kadar küstah olduğumuz kesin.

29 Kasım, 2010

abant günlüğü 2

sevgili günlük,

beni biraz tanıyanlar etrafımdaki herşeyle konuştuğumu bilirler. geveze bi insan kesinlikle değilim ama alet edavatlarımla konuşmak gibi bi huyum var.
bilgisayarımla, elektrik süpürgesinin ucuyla, yatağımla, diş fırçamla aklına gelebilicek herşeyle konuşuyorum. her zaman yüksek sesle değil ama içimden bişeyler söylediğim çok oluyor.

motorda da durum farklı değil tabii. bi tarafından ses geldiğinde, benzinin azaldı canım benim ışığı yandığında, gerizekalı bi insan saçma sapan bi hareket yaptığında hep aletle konuşuyorum. bugün de bunun bokunu çıkardım tabii. :)

nedense sabahın 7sinde dikildim. klasik olarak 'temiz hava'ya bağlayalım bunu, tamam. güzel bir kahvaltı, yanında pansiyonun sahiplerinin etraftaki köylüler hakkında
dedikodusu bedava. bilmemneredeki sabiha kişisinin bizim pansiyonun başı kapalı işletmecisine "ya saçlarını bi açsana, hiç görmedik o güzel saçlarını" diyerek topluluk içinde
onların deyimiyle aşağılamaya çalışmış olduğunu ve bu tarz durumlarda bu sabiha'nın çıban başı, içi kötülük dolu olduğunu biliyorum artık. arada kendimi önümde duran sucuklu yumurtaya kaptırdığım çok açlık anlarını hatırlamıyorum.

kahvaltının ertesinde odaya geri dönüş. yahu amma soğuk odanın içi de, bu köylüler soğuğa alışkınlar tabii ısıtıcıyı açmamışlar derken aslında odadaki peteğin kapalı olduğunu keşfetmemle
birlikte önce bunu daha önceden düşünmüş olmamanın verdiği salaklık hissime sonra da örtünün altında odanın ısınmasını bekleme kısmına geliyoruz. bunu da başarıyla atlattıktan sonra acaba şimdi mi çıksam motorla, yoksa biraz tembellik yapıp akşama doğru mu çıksam derken kendimi giyinmiş ve motorun üstünde buluyorum.

çok geç bi saat olmadığı için yol boş. 10 km sonra abantın giriş kapısına varıyorum. normalde motorlara 4 lira olan giriş ücretini kapıdaki amca eliyle "geç geç" işareti yaparak ödememi istemiyor. tamam diyip, gülümseyip devam ediyorum. kaskın içinden gülümseyip gülümsemediğimi ne kadar anladı ki acaba, ama elmacık kemiklerimin yukarı çıktığını, gözlerin de çizgiye dönüştüğünü görmüştür heralde.. keşke teşekkür kornası yapsaydım. onu da hep beceremiyorum ki. bazen ayarını kaçırıp olması gerekenden uzun basıyorum, başka bişey anlıyo millet. ah bmw, o kocaman korna basma tuşu anca küfür ediceğimde çok işime yarıyo. avcumun alt iç tarafıyla bi gömüyorum o sinirle, bas basabildiğin kadar.

abant gölü etrafında iki seçeneğiniz var. gölün tüm çevresini turlayabiliceğiniz bir yol yapmışlar. ya orayı aracınızla geçersiniz ya da yürürsünüz. diğeri de mudurnu tabelalarını takip etmek ve güzel bi dağ yolunu geçmek. ben tabii mudurnu neresidir nedir bilmiyodum ama daha tenha ve virajlı olduğunu az da olsa kestirmem üzerine oraya doğru saptım..

bu yol korrrrkunç keyifli. 80 kere durup fotoğraf çekmek, motoru toprağa sokmak, biraz ayakta kullanmak, vaaay o çukuru da şöyle geçiyormuş, taş da şöyle dengeyi bozuyormuş diye diye parkta oyun oynayan minik çocuklar gibi saatler geçirdim orda. bu esnada da yol birden mudurnu'ya vardı.

bu mudurnu bildiğimiz mudurnu pilicinin mekanı. küçücük bir yer. çoook eski konaklarla dolu. motoru bir yere park ettikten sonra hemen kendimi meydandaki kafeye attım. biraz soluklandım, sonra sıra konakları gezmeye geldi. çoğu kapalıydı, bir de gerçekten çok ufak bir yer olduğu ve ben üstümde motor kıyafetleriyle çok göze battığım için pek fazla durmadan göle dönüş yoluna geçtim.

geldiğim yolu gerisin geri, yine keyifle alarak göle ulaştım bu sefer. gölün kenarında "gazino" diye bir yer var. aslında içerisi ağzına kadar doluydu, yer yok zannettim ama biraz gerilere gidince aslında gölün dibinde kimsenin oturmak istemediği bir masa buldum. benim gibi asosyal kişilikler için bulunmaz nimet. :) oraya kurulup hemen biramı istedim. bira, 3 parçadan oluşan pirzola ve akşama saklarım diye sipariş ettiğim paçanga böreklerine 30 küsur lirayı bayılıp kitabımı okumaya koyuldum.

akşamı edince artık dönmem gerektiğini düşünüp pansiyoncuğuma ve sıcak odama döndüm..

gerisi klasik.. odada sıkıl, 1-2 bira iç, bişeyler oku, uyu.. ve sabah kahvaltının üstüne geri dönüş yolculuğu.


anladım ki geçtiğim yoldan tekrar geçmeyi sevmiyorum. zaten otoban, zaten bayramdan önceki son tatil günü, trafik dolu.. baya yorucu bir dönüş yolu oldu. bir de yoldan eve uğramadan direk işe gitmem gerekince pek güzel bir sonlandırma olduğunu söyleyemem.

fakat şuna bir kere daha emin oldum ki, istanbul gerrrrçekten motorlar için bir cehennem. ne kadar eğitim almış da olsak, dikkatli de olsak hayatta kalmamız biz sürücüler için bir mucize..

neyse ama ilk kendi turumu böyle bitirmiş oldum. :) şimdi hava bozmadan becerebilirsem bir sonraki tur tekirdağ taraflarına.

not: motorcuğumla samimiyetimi arttırdığım bu yolculukta gerçekten yol katetmişiz gibi hissediyorum (hahaha kelime oyunlu cümle :p). toprağa girmek, uzun süre motorun tepesinde kalmak, gıkı çıkmadan benimle her saçmalığıma dayanmış olması sebebiyle kendisini daha bir farklı seviyorum artık. millet böyle tatillere sevgilileriyle, birbirlerini daha iyi tanımak, yalnız vakit geçirmek, biraz başbaşa kalmak amacıyla çıkarlar; benim tüm bunları motoruma yükleyerek çıkmış olmam yazının başında bahsettiğim eşyalarla, aletlerle iletişim kurma alışkanlığımdan kaynaklanıyor sanırım.

kaprissiz, gayet eğlenceli vakit geçirerek yaptığımız bu yolculukta yanımda olduğun için teşekkür ederim lucille. :)

28 Kasım, 2010

haydarpaşa'ya ithafen....


eğer bi allah varsa -ki böyle durumlarda olduğuna inanmak istiyorum- seni ve beni aynı cehenneme koyduğunda beraber yanıcağımıza çok seviniyorum.

18 Kasım, 2010

abant günlüğü 1

bugün motorla ilk tek başıma uzun yolumu yaptım sevgili günlük. :) (bu arada içimden bi ses yavaş yavaş motor günlüğüne dönüştüğünü söylüyo haberin olsun :)

tüm yazını denize giremeden, sadece istanbul'un çirkin sıcağında geçirmiş birisi olarak bu bayram tatili de o 9 günlük nimeti kullanamadım, tabii iş yüzünden.

tüm işler güçler dün gece 12 gibi bitti ve ben de öğlen 11.15'de motorcuğumla yola çıktım.

istikamet abant!

neden abant bilmiyorum. herşey 10 gün önce falan (sanırım), sabahın 5buçuğunda işten çıkıp dolmabahçenin ordaki caddeden eve dönerken sağda ve soldaki çınar ağaçlarının yapraklarının dökülmüş, yerlere serilmiş olmasını görüp, bundan çok heyecanlanıp, "kırmızı yaprak" krizimin geldiğini anlamamla başladı.

yaprak mı, ağaç mı, yeşil mi? peki ya kırmızı? abant diye bi yer var di mi, daha önce de görmedim.. o zaman bi denenebilir.

yol özürlü olduğum (acıbadem'den cihangir'e gelmek için yola çıkıp, kendimi dudullu'da bulmuşluğum vardır) ama kaybolmakla hiç bir sorunum olmadığı için internette biraz rota araştırması yapıp "amaaaaaan en olmadı ankara'dan çıkarım" diyerek bugün kendimi yola attım.

ilk başta biraz gergindim, acaba 270 km yolu gidebilir miyim, motor bakıma da girmedi, yolda sıçar mı eder mi derken sıçarsa da çözümü var, yardır çağlar diyip (kerem'cim sevgiler) başladım yola. dolmabahçenin ordan geçerken yine yolun yapraklarla kaplanmış olmasını duygusalca bi işaret gibi algılayıp kendimi gerizekalıca mutlu ettim. :)

buraya gelmek fena kolaymış. zaten yolun yaklaşık 230 kmsini dümdüz hiç bi sapağa girmeden gidiyosun. keyifli, arada kendini denemelik virajlı ve sorunsuz bi yol. toplam 3 kere mola verdim. ilki yolda sağa çekip motordan gelen "ciliclilicicliclcicliclciililicilciciliiiiliili" sesinin ne olduğunu anlamaya çalışmak için, diğerleri de kahve ve sigara tabii. sesin nerden geldiğini çözemedim ama canım da sıkılmadı değil. acaba bi yerlerini yiyo muyum motorun bilmiyorum, artık döndüğümden 2 hafta sonraki bakımda çıkar kokusu (acısı demem lazım evet :).

abant'ta kalmak için 2 seçenek mevcut. ya göl etrafındaki otellerde kalıcaksınız ya da göle gelmeden 10 km önceki pansiyonlarda. ben zaten otellere yanaşmadım bile, yayla pansiyon diye bi yerden odamı gelmeden önce rezerve ettim. ama yine de meraktan otelleri arayıp fiyat aldım. şöyle: bi tanesi geceliği 600 lira dedi, bayram diyeymiş, diğeri de 1000 lira dedi. o neden diye sordum, yarın gülşen konseri varmış.. kirpiğim düşse al bu senin olsun demiyceğim bi müzik şekli için baya güzel para.. neyse ben gayet sıcak pansiyonumu abant sapağının 12. kilometresinde buldum.

yayla pansiyon gayet sıcakkanlı köylüler tarafından işletiliyor. odalarda çift kişilik yatak, banyo, sıcak su herbişey var. tek kötü tarafı odalardaki balkonlar göle giden yola bakıyor, vızır vızır araba dinliyorsunuz. ona da yapıcak bişey yok. gecenin ilerleyen saatlerinde arabaların azalıcağını umuyorum.

içki satmıyorlar, 7 km gerideki yeşil ev diye bi mekanın büfesinden alıyosun içkini. en yakını orası olduğu için. akşam yemeği de yok mekanda bu arada. 3-4 km ilerde piknik mekanları varmış, orda sucuk ekmek falan yiyebiliyomuşsun. ilginç uygulama.. neyse çantada çizi keklik. :)

hava buzzzzzzzzzzzzzzz. ama ben zaten soğuktan mazoşistçe bi keyif aldığım için sorun değil. balkonda omzumda her yerime kadar düşen eşşek kadar bi battaniyeyle ve bira ve sigaramla gayet durabiliyorum. battaniye de hasta olmamak için, 260 kmlik dönüş yolu grip ve ateşliyken çekilmez zira.

şimdilik böyle. yarın gölü görücem. pek sevgili gülşen kişisini dinlemeye gelmiş insanlarla karşılaşmamayı umarak motorumu biraz toprağa sokucam. bakalım o ve ben toprakla nasıl anlaşıyoruz. bu esnada çocuğu devirirsem de sonunda tek başıma kaldırma şerefine nail olucam. :))

ha bu arada şu geldiğim 260 kilometre boyunca yolda sadece 3 motor görmüş olmanın dayanılmaz üzüntüsünü yaşıyorum..

14 Kasım, 2010

bak çok ciddiyim, uzaylılar gelsin. tepemize binsinler. iyi de olmasınlar, ağzımıza sıçmak için gelsinler..

biz iyi bi ırk değilken onlardan neden iyi olmalarını bekliyoruz ki anlamıyorum. ben uzaylı olsam bizim gibi adamların topunu ateşe tutar, tepeden gelir hepsini çiğdem çitler gibi oynatırdım orda burda.

ne bekliyoruz ki, kredi kartı borcumuzu ödesinler, bize sevgiyi barışı öğretsinler, elimize çiçek mi tutuştursunlar?

selam dünyalı biz dostuz! olma arkadaşım dost falan, gel tepemize kızgın yağı dök, kökümüzü kurut da şu dünya bi kendine gelsin.

08 Kasım, 2010

minik bir motor kazası

bugün motorumla ilk kazamı yaşadım. öyle büyük kocaman bişey değildi ama her metrede yeni şeyler keşfeden ben trafikteki kadınlardan uzak durmam gerektiğini bir kere daha öğrenmiş oldum.

hele hem kadın hem de yaşlıysa..

olay şöyle oldu. bebek'teki işe gitmek için bir ara sokağa dönmem gerekiyor. sinyalimi verdim, iki şeritin arasında bekliyorum. karşı şeritten bir cip geliyor ve duruyor. ben de yol verdi diyerek hafiften kıvrılıyorum. sonra farkettim ki araba gelmeye devam ediyor. aha dedim sıçtık.. ve laaaaaap yandan geçiriyor bana. nasıl olduysa o anda kendimi motordan atıp çizik bile almadan atlattım. ama motor yerde.. çalışmaya da devam ediyor çocuk. :)

sanırım bi 10 saniye falan yerde duran motora baktım. o sırada da kaskımı çıkardım. hemen birileri gelip "motoru kaldıralım mı" dediler. olur dedim, o sırada da teyze arabadan indi. yaşlı bi kadın, 60larında. gözleri faltaşı gibi olmuş. ilk cümlesini söylüyorum:

- pardon sizi görmedim.

eşşek kadar motorum, yolun ortasındayım ve beni görmedin?

teyzem müzik değiştiriyomuş o sırada. böyle panik anlarında çok fena bir soğukkanlılık geliyo bana nasılsa. siz iyi misiniz dedim teyzeye. iyiyim sen nasılsın dedi.. motorun orasına burasına baktık, görünürde birşey yok. etrafa toplananlar da "bmw bu zaten, bişey olmaz." diyerek engin bilgilerini paylaştılar sağolsunlar.

teyzenin cipine baktık, benim fren kısmı tamponunu bir güzel yarmış.. kaskodan halledersin diyerek teyzeyi sakinleştirip gönderdik..

ha bi de giderken "sen de dikkat et kızım bundan sonra" diye nasihatımı eklemeyi de unutmadı.

neyse motor sağlam, ben sağlam. sadece debriyaj kolunda hafif bi eğilme var..

acaba şu memlekette ne zaman belli bir yaştan sonra ehliyet sınavını tekrarlama zorunluluğunu getiricekler çok merak ediyorum. 60 yaşında o teyzenin refleksleri elbette tartışılır. salaklığı yüzünden ben şimdi hastanede ayağım kırık bir şekilde yatıyor olabilirdim. motorun tepesinden kendimi nasıl attığımı hatırlamıyorum bile.

sürücülerin motorlara karşı biraz daha hassas olmaları gerektiğini onlara nasıl öğretiriz onu da bilemiyorum. ne zaman salakça bişey gelse başıma sürücüler hemen "sen motorsun, dikkat etsene biraz!" diye çıkışıyorlar. kafalarında nasıl bir önyargı oluşmuşsa.. ki haksız olduklarını da söyleyemem tabii. etraf tonlarca saygısız, dikkatsiz sürücü var. en az onlar kadar biz de hatalıyız.

neyse bu minik anım da böyleydi sevgili günlük. bir dahaki anıda görüşmek üzere.

19 Ekim, 2010

eskiden "gereksiz taramalardan kaçınınız" vardı, artık "gereksiz smiley'lerden kaçınınız" var.

16 Ekim, 2010

Apple'ım Benim, Sidikli Kontesim..

bu yazı çok ufak bir editle www.prensesemektuplar.com'dan alınmıştır.



ben severim teknolojiyi. çok severim hem de. öyle ki bazen "lan ölücem bigün, ilerde çıkıcak olan yeni gelişmeleri göremiycem" diye derin hüzünlere gark olduğum bile olur. ama bu yazıda uzun zamandır canımı sıkan bir mevzuyu dile getirmek istiyorum.

konumuz apple. eve ne zaman birisi gelse "grafiker misin?" sorusunu duymama sebep olan pek havalı(!) bilgisayarımı üreten firma.. bir çok insanın gözünde stabil işletim sistemiyle, farklı tasarımıyla ve pahalılığıyla pclere kıyasla başka yerde duran bilgisayar.

apple benim için çocukluğumdan beri bir hayaldi. halam amerika'da yaşardı, yüzünü ilk kez 14 yaşımdayken görmüştüm ve bize evini, oraları görelim diye getirdiği fotoğraflarda masasında bir bilgisayar vardı. bizim evde babamın aldığı "bakın bi bilgisayar çıkmış, artık kafa ayarı yapmanız gerekmeyecek oyun oynamak için" diye getirdiği bilgisayardan çok farklıydı.. sonra zaman geçti, apple iyice ulaşılmaz ve mükemmel görünmeye başladı gözüme. havalı herkesde apple vardı, banane ben de isterim!! bi kere alan 10 sene kullanıyodu bu bilgisayarı. çooook pahalıydı, asla babama "alsana bana?" demeyi aklıma getiremiyceğim kadar pahalıydı ama güzeldi işte..

neyse gel zaman git zaman sonra planlanan bir ingiltere gezisi gerçekleşemeyince neredeyse her hafta format attığım sevgili pcmi evden uzaklaştırmaya karar verip, yola ayırdığım parayla çocukluğumun hayali olan apple imac bilgisayarımı ev sınırları içersine sokabilme şerefine nail oldum. bu arada senelerdir iş yerinde mac kullanıyor olmam da bu kararımın gazını "amaaan evde pc iş yerinde mac, kafam karışıyo vallahi" gibi komik bir şekilde desteklememe yetti.

pek sevgili bilgisayarım siparişimin ertesi günü eve adımını attı. kutular açıldı, hatta günlerce ortalıkta kaldı kutular.. hemen kuruldu, kurcalandı. aaaa photo booth diye bişey varmış, bak ne kadar da hızlıymış, aman perian diye bişey varmış, download için transmission kullanılırmış vs…

ve tüm bu zamanın üstünden 6 haziran 2010 itibariyle 2 sene geçmiş oldu. bu arada snow leopard çıktı, iphoto yüzleri tanımaya başladı, apple bize yüzlerce megabyte güncelleme indirttiği günün ertesinde bir yüzlerce mb güncelleme daha çıkarttı vs.. ve tüm bu yeniklerle birlikte (elbet onlar yüzünden değil) benim bilgisayarım yavaş yavaş ölmeye başladı..

daha önce bir ipod deneyimim olmuştu zaten. aldığımdan 2 sene sonra, tam garantisinin bitmesinden 1 hafta sonra ipodum bozulmuştu. (kendisini hala şiddet uygulayarak arada çalıştırabiliyorum)

her neyse.. lafı yeteri kadar uzatım. aslında bu sinirle galonlarca küfür yazabilirim buraya ama onları sevgili steve abimize maille göndermeyi tercih ettim bile..

gelmek istediğim yer bilmem ne kadar para verdiğin bilgisayarının iki sene sonra yine galonla para vererek hem de 1 hafta bilgisayarsız kalmanı sağlayacak kadar bozulabilmesi değil.. hem de garantisinin bitmesinden 2 hafta sonra. (ben artık ciddi ciddi applelarda garanti süresinin bitişini anlayan bir çip olduğuna inanıyorum, şaka da yapmıyorum!) bunda şehirde gelen giden elektrik, benim kimi kullanma alışkanlıklarım gibi başka parametreler olabilir elbet. mevzu; bir zamanlar bu kadar moda olmuş ve gerçekten çoooook kaliteli bilgisayarlar üretmiş bir firmanın son 6-7 yılda kendini getirmeyi başardığı yer.

kapitalizm sınırları içersinde bir firmanın daha çok paraaaaa! diye ısrar etmesini normal karşılayabilirim artık. fakat kullanıcılarından bu kadar yüksek meblaları alırken tek taraflı değil, eski zamanlardaki gibi kaliteli ve iletişimde kalmasını da beklerim.

belki de ürünleri ayrı ayrı değerlendirmek lazım. bilgisayarlar, dizüstü bilgisayarlar, iphone, ipod - ipod touch ve en son da ipad farklı kalemler olabilirler.

apple senelerdir kendi desteklediği ürünler dışında hiç bir ürünü kullanıcılarına kullandırtmıyor. hatta çok yakın zamandaki bir habere göre uygulama geliştiricilerine apple yazılımlarından başka yazılım kullanma izni bile vermiyor (buna da bir adobe çalışanı çok güzel cevap vermiş). haberin olduğu siteden minik bir alıntı:

"Paketin kuralları arasında "Apple tarafından desteklenmeyen program dillerini kullanamazsınız. Bu dillerde yazılmış uygulamaları, bizim desteklediğimiz dillere çeviren programları da kullanamazsınız." şeklinde bir yaptırım eklenmiş. Yani geliştiricilerin alışık oldukları veya tercih ettikleri yazılımları kullanıp, Apple'a uygulama hazırlamaları yasaklanmış durumda."

iphone'lardaki jailbreak yöntemini saymazsak eğer gidip steve abiye tonla para bayıldıysanız oyunu onun kurallarına göre oynamaya imzanızı atmış oluyorsunuz. gidip de gerizekalı gibi (kimse kusura bakmasın) bir ipad aldıysanıız itunes store'dan başka hiç bir yerden satın aldığınız dökümanları okuyamıyorsunuz, oyunları oynayamıyorsunuz. ipod'unuz varsa itunes olmadan şarkılarınızı içine atamıyorsunuz, attığınız şarkıları zaten içinden çıkartamıyorsunuz. burda ufak bir not girmekte fayda var. elbette artık winamp olsun diğer medya oynatıcılar olsun, hepsiyle çeşitli eklentiler sayesinde bu işlemleri sorunsuzca yapabiliyorsunuz. benim anlatmak istediğim bir şekilde apple'ın ağına düştüyseniz özgür düşünen o ismini bilmediğimiz birileri olmadan o ağdan çıkamayacağınız.

bilgisayarlarda durum pek böyle değil, en azından şimdilik. pc'de olmayan pek çok güzel program kullanıyorum bilgisayarımda. hem kullanışlılar, hem de bilgisayarla hiç haşır neşir olmayan insanların bile rahatça anlayabilecekleri kadar kullanıcı dostular. dizüstü bilgisayar konusu ise bambaşka, macbook pro gerçekten mükemmele yakın bir bilgisayar. masaüstü bilgisayarlardaki performans düşüklükleri bu ürünlerde yok, fakat bir dizüstüne o kadar para vericeksem, apple olmayan muadilleri de çok yakın fiyatlarda ve çok yakın performanslarda. ayrıca yanında almak istediğim donanımlara (buna kablolar da dahil) bir sürü para dökmek zorunda değilim. yani özellikle apple takıntınız yoksa tercih sebebi değil.


hala bir çok apple ürününün pilini değiştiremezsiniz, pil ömrü biten ürün çöpe gider. çok çevreci olduğunu iddia eden, ürünlerinin paketlerini geri dönüşümlü kağıttan yapan, paket boyutunu küçülten, kullandığı malzemelerin çoğu çevre dostu olan apple ürünlerini yaklaşık 2,5 sene sonra çöpe gönderirsiniz. ne kadar çevreci bir tutum?!

ben bunca para verdiğim bir üründen performans ve kalite beklerim. hele bu marka apple ise daha uzun süre performans beklerim. sanırım bunlar eski günlerdeydi..

teknoloji tek taraflı olmamalı hiçbir zaman. bir zamanlar bu kadar yenilikçi olabilmiş apple'ın kullanıcılarını böyle kısıtlayarak piyasada daha fazla tutunamayacağını bilmesi lazım aslen. fakat az önce okuduğum habere göre 80 günde 3 milyon ipad satmışlar bile. ve henüz çıkmış olan iphone 4, 3 günde 1.7 milyon kişi tarafından satın alınmış. peki iphone 4'ün yan tarafının tamamen anten olduğunu ve belli bir pozisyonda tutunca çekmediğini biliyor musunuz? hemen buna steve amca'nın cevabını vereyim size:

- ''Hangi telefonu tutarsanız tutun telefonu kavradığınızda antenin performansını etkileyebilir (mesela Google Nexus One). Eğer iPhone 4'te bu sorunu yaşarsanız, elinizle alt sol köşesinden tutmamaya çalışın.''

ben kendi adıma gelişmeleri heyecanla ve merakla takip ediyorum. şimdiye kadar prenseste yazdığım tüm yazıları da apple'la yazdım evet. bu son yazımı yazmaya çalıştığım text edit ise bu süre zarfında tam 13 kere kilitlendi.

steve amca her ne kadar hala kazağını pantolonunun içine sokarak bize 80lerdeymişiz ve apple o zamanlardaki gibi kaliteliymiş izlenimini vermeye çalışsa da olmuyor olamıyor, internetteki tepkilerden anlaşıldığı üzere kendilerini çok seven o "minik" kitlenin bir kısmını çoktan soğutmayı başardılar gibi.. r.i.p. apple!

abicim adamlar anteni doğru düzgün çalışmayan, ses tuşları ters olan ve çift katmanlı ekranı olduğu için kırılma çatlama olduğunda daha çok sorun çıkartabilicek telefon yaptılar, bunu en ucuz 1.500 liraya satıyolar, biz de hala alıcaz diye uğraşıyoruz. kafamı nereme soksam bilemiyorum.

05 Ekim, 2010

"yollu bu, belli"

ömrüm boyunca son dakikacı insan oldum. sınavlara son dakika girdim, buluşmalara son dakika gittim (genelde geç kaldım aslında), önemli toplantılara asla saatinden önce gitmedim vs..

sonra kendim gibi bi iş buldum. son dakika değişiklikleri, kararları, aceleleri hayatımın içinde kocaman yer kaplayan.
tatile gidiceksem sadece 1 gün hatta genelde saatler öncesinde belli oldu, önceden program yapamadım hiç. zaten yapmayı da istemedim, şikayetim yok o sebeple.

buna alışkın olan bünyem uzun zamandır motorumla yola çıkmak istiyordu. bir türlü işler güçler denk gelemeyince beceremedim tabii.
geçen haftalarda -yine son anda şile'ye gitmeye karar verdim.

tek başıma gitmekle bir derdim yok ama elbet kalabalık gidilirse çok daha keyifli olur böyle işler, ben de hem eski iş arkadaşım, hem de motoru olan okan'ı aradım. okan böyle son dakika işlerini pek seven biri değildir, önceden planını programını yapmayı sever, yanında keyfini de gözetir. keyif adamıdır yani. :)



bu ani teklifime önce direndi tabii, abimi görmem lazım, oydu buydu derken ısrarlarıma dayanamayıp sonunda tamam dedi. :)
baran ve aykut diye iki arkadaşımızı daha aradık, aykut üşendi, baran kabul etti. biraz da tedirgin olarak kabul etti. ardçı olarak geleceği bu seyahatta benim arkamda yolculuk yapmak istemediği için, daha önceden alışık olduğu 1200lük bir harley davidson'ın arkasını tercih etti.

bizim organize olmalarımız, kalıcak yer ayarlamamız, okan'ın son dakika çıkan ama tam ben tek başıma yola çıkmak üzereyken son bir kere dürtmem üzerine iptal edildiğini öğrendiğimiz işi derken yola çıkmamız akşamın 6,5'unu buldu. hava kapalı, belli yağacak, önümüzde 2 saatlik bir yol var. 1,5 saati güzel asfaltlı bir yol, kalan kısmı da virajlı köy yolları.. ben daha önce katıldığım bir sürüş eğitiminde bu yolun bir kısmını gitmiştim, o yüzden fazla yabancısı değilim.
ama karanlıkta ve yağışlı bir havada değildi..

köprünün orda okan'larla buluştuk, ben köprüye onlardan daha yakın olmama rağmen yine geç kaldım tabii. :) gittiğimde motordan inmişler, beni bekliyorlardı.
o yağmur yağacak gibi görünen havaya, soğuk rüzgara rağmen cücük gibi giyinmiş iki kişi vardı karşımda.. biraz kızdım ama söylenecek çok şey yoktu. üstüne üstlük ikisinde de korumalar eksikti.. (burda minik bi parantez.. böyle durumlarda aslında biraz kızıyorum. gerekli korumaları giymeyerek yanlarında beni de tehlikeye attıklarını ve bencillik
ettiklerini düşünüyorum böyle sürücülerin. arkadaşım da olsa, tanımadığım bir grup da olsa böyle sürüşleri yapmak zorunda kalmasam keşke.. bence nasıl dalışta ya da dağcılıkta
yanınızdaki partnerinizden sorumluysanız motorda da öyle durum. dalışta suya girmeden önce karşılıklı olarak badinizle birbirinizin teçhizatını kontrol edersiniz, unuttuğunuz birşey var mı diye, motorda da durum böyle olmalı. kaza halinde birbirimizle ilgilenmemiz gerekeceği için bu sorumluluğu en aza indirgeyeceğimiz bir şekilde yolculuk yapmak çok daha doğru geliyor bana, neyse bu konuda biraz doluyum ama kimseye de derdimi anlatamıyorum..) minik parantez de pek minik olmadı evet. :)

yola yavaş yavaş koyulduk, okan'ın daha önce benimle sürmüşlüğü var. ama bu sürüş o arabalı, ben de motorluyken, hem de motoru ilk aldığım zamanlarda olmuştu ve haliye pek yorulmuştu aynaya bakmaktan; o yüzden bu sürüşümüzde hazır ikimiz de motorluyken önden gitmemi istedi, "gözümün önünde ol, aklım kalmasın" dedi. seve seve kabul ettim. onun aklının kalıcağını bilmek beni daha çok gerebilir yolda.

istanbul'un çok çirkin havalı bir günü, etraf soğuk, hava arada atıştırıyo, motorda daha bir soğuk. baran'ın kafasındaki kask o kadar küçük geliyo ki ona gözleri nerdeyse birleşicek!
biraz yol aldıktan sonra sinyal verip sağa çektim, nasıl olduklarını merak ediyorum, hava buz, üşümüş olmaları lazım, baran'ın da gözleri pörtlemiş zaten. :) iki saniye molanın ve muhabbetin ardından yola devam ediyoruz.


şile yolu çok keyifli, hafiften yağmur atıştırdığı için çok hızlı da gitmiyoruz. hızlı gitmemek benim için sorun değil zira tam ekipmanlıyım ama onlar donuyor olmalılar bence.

şile'yi geçince yol baya bir genişliyor, orda da sağa çekiyorum. biraz duruyoruz, sigara molası, gidiceğimiz yeri arayıp yol tarifi almak derken 10 dakika kendimize geliyoruz.

bence işin keyifli kısmı burdan sonra başlıyor. şile'den sonra ağva'ya doğru giden yol bir dağ yolu. virajlarla, yeşilliklerle dolu. biz gecenin karanlığında gittiğimiz için ne yeşillik ne de
etrafta olan biteni görüyoruz. ama burası benim için ayrı bir keyifli. okan'ı düzenli olarak aynamdan takip etmek dışında yaptığım tek şey farlarımın aydınlattığı virajları almak,
eğitimlerde öğrendiğim gibi o saatte sağdan soldan çıkabilicek hayvanlara karşı tetikte olmak ve bu dağ yolunun keyfini çıkartmak.

sanırım okan önde, ben arkada gitseydim bu kadar keyif almazdım. arada kendimi tek başıma o yollarda gidiyor gibi hissettiğim için ayrı bi yeri var bende ve de hem gece, hem de keyfine uzun yol olarak yaptığım ilk yol olduğu için başka bir yeri var. :)

tabelaları takip ederek gidiceğimiz köye (akçakese) ve kalıcağımız mekana varıyoruz.

bundan sonrasını çok uzun anlatmıycam. gündüzki telefon konuşmamızda öğrendiğim kadarıyla mekanda her cuma akşamı fasıl oluyormuş zaten, biz vardığımızda saat 8'i geçiyordu, eşyalarımızı kalıcağımız karavana attık (bungalovlar dolu olduğu için karavanda yer olduğunu söylemişti mekan sahibi ve ben biraz da buna tav olmuştum zaten) ve hemen akşam yemeğini yiyeceğimiz masaya yöneldik.

benim tek istediğim rakıların hızlı gelmesi idi. :)

mekan karadenizin dibinde. göremediğimiz, sesini gürültüsüyle duyduğumuz bir yerlerde deniz horulduyor. yanına gitmemiz lazım. o kadar kocaman dalga seslerini duyalı çok zaman olmuş.
o kadar zaman olmuş ki kimi zaman yoruyor bile. biraz demlendikten, karınlarımızı doldurduktan ve fasıl saçmalamaya başladıktan sonra biralarımızı alıp sahile gidiyoruz. ve orda saatler geçiyor.

"yok canım dalga buraya kadar gelmez" derken oturduğumuz yerde donumuza kadar ıslanmalarımız (çoğul konuşuyorum ama bu çok kişiler içinde okan yok elbet, akıllı adam, kıçını yere koymadı :),
ayakkabılarımızı çıkartıp ayaklarımızı buzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzz gibi suya koymamız, yıldızları teknolojiyle anlamaya çalışıp teknolojinin saçmaladığını kendimize ispat etmemiz derken baya bir saati sahil kenarında, deli gibi öten dalgalarla geçirdik.

yorulunca karavanın önüne gidip orda da içmeye devam ederek saati 3,5 yaptık sanırım.

insanın arada kendine böyle teneffüs zamanları yaratması çok keyifli. bunu motor gibi her şeyi hissettiğiniz, gördüğünüz, içinde olduğunuz bir araçla yapmak ayrı bir keyifli.

yolda olmak güzel, akşam saatinde o gittiğimiz virajlı yolların hiç bitmesini istemedim aslında. hayat gibi işte yolda olmakta, ya da hayata bakış gibi. yolda neler olucağı, neler hissediceğim, gidiceğim yere varmaktan daha önemli bana göre.

son paragrafı şimdilerde okudğum "zen ve motosiklet bakım sanatı" kitabının başlarında yer alan ve en sevdiğim paragrafa ayırmak istiyorum:

"motosiklette gezerken her şeyi, öteki araçlardayken gördüğünüzden tümüyle farklı görürsünüz. arabayla gezerken hep kapalı bir yerdesinizdir ve alışık olduğunuzdan, araba penceresinden gördüklerinizin televizyondakilere benzediğini fark etmezsiniz. pasif bir gözlemcisinizdir ve sizinle birlikte giden sıkıcı bir kafes içindesinizdir.

motosiklette bir kafes yoktur. her şeyle doğrudan temastasınızdır. artık izlemekten öte, sahnedesinizdir, bunu kuvvetle hissedersiniz. ayağınızın 10 santim altında vızıldayan asfalt gerçektir, her zaman üzerinde yürüdüğünüz şeydir, oradadır; öyle flulaşır ki gözünüzü üzerinde odaklayamazsınız ama istediğiniz an ayağınızı aşağı indirip ona dokunabilirsiniz ve dolaysız bilinciniz hiçbir şey, hiçbir ayrıntıyı kaçırmaz."

19 Eylül, 2010

son 1 hafta çok yoğun geçti. böyle zamanlarda ne yaptım ne ettim hepsi bi şekilde birbirine karışıyor. yahu ne yoğun haftaydı serzenişime birisi gelip "eee neler yaptın?" dese vericek cevap bulamam, öyle siliyorum hafızamı.

ve evet şimdi de geçen haftanın nasıl geçtiğini hatırlamıyorum tabii ki, çok da umrunda olmaz zaten kimsenin. ama bu hafta, hele şu cumartesi gecesi evde biramı yudumlarken aklımdan binlerce kere geçen bişeyi buraya kaydetmek istiyorum.

zamanının tamamını bu kadar yoğun geçiren insanlar nasıl yaşıyolar acaba?

hani keyifli şeyler yaparsın, o yüzden yoğun olursun eyvallah. ama kimi zaman da yapmak zorunda olduğun için bi çok şeyi yapıyosun, zamanını işgal ediyolar ve seni de yoruyolar. o zaman nne geçiyo akıldan acaba? ben hiç bi zaman vaktimi akıllıca kullanan, bi güne tonla iş sığdırabilen, her an bi yerlere koşturabilen biri olmadım. en ufağından bi iş yapıcaksam bile kendimi ona ikna edene kadar günler geçer, aklımı o yapıcağım işe hazırlayana kadar da bi ayrı günler geçer. sonra ender olarak beceririm o işi. büyük tembelim yani. evde günlerce dursam zerre sıkılmam. sıkılsam sıkıldığımdan sıkılır üstüne de yine boş boş dururum. (ne dedim acaba?)

büyük tembelim kısacası. neyse; bu vaktini devamlı sosyalleşerek, oradan oraya koşturarak geçiren insanlara şaşırdım ben bu hafta, demek istediğim o. bunu nasıl yapabildiklerini aklım almıyor, almasını denesem de haftalar sonra anca başarabilirim muhtemelen bunu.

09 Temmuz, 2010

yaz yaklaştıkça takip ettiğim bloglardaki yazılar da azalıyor diye düşünüyordum bugün ki, 2 gündür haberleri açmayan ben bugün istanbul'da fırtına kopucağını öğrendim.

yağmur demek güzel yazılı bloglar okumak da demek aynı zamanda. hemen geçtim bilgisayarın başına, biraz ordan biraz burdan kendime çeşitleme yaptım gene. farkettin mi her google reader'a abandığımda sana yazıyorum. okumak yazma isteğimi kabartıyor demek ki. onu okuyorum aklıma bişey geliyo, bunu okuyorum başka bişey çağrışıyo.

öyle işte. afferim bana.
massive attack konserinde görüşücek miyiz?

08 Temmuz, 2010

bokçişkakapipiyumruk


küfür etmek çirkinmiş. bok çirkin! hele bi de kadınlara yakıştıramazlar ya genelde.. feministlerden nefret etmeme rağmen içimdeki holigan kabarıyor öyle muhabbetlerde. şeytan diyo al adamı altına, sabaha kadar küfür et.

hakkını vererek, ağzından harfleri sıçrata sıçrata saydırdın mı yakışmıycağı insan yoktur küfürün.

27 Haziran, 2010

Submotion Orchestra

güzelliğe bak!!!!

grubun ismi: submotion orchestra. isim benzerliğinden midir bilmiyorum ama cinematic orchestra'ya da benzerlik bol bol bulunmakta. aşağıda da iki tane video.. tepe tepe dinle.



15 Haziran, 2010

bazı zamanlar, kendimi bok gibi hissettiğimde uzun zaman yıkanmadığımı fark ettim. mesela bu yaz sıcaklarında 4 gün oldu yıkanmayalı. ellerim ne kadar yıkasam da sigara kokuyo eninde sonunda, belki terlemişimdir de.. ama bi türlü kendimi ittirip banyoya sokamıyorum.

yaşadığım sıkıntıyı kafamda halledene kadar kendimi yıkayasım yokmuş gibi hissediyorum. ne salakça di mi.. yıkansam, her tarafımı keselesem bile yine de banyodan kipkirli çıkıcakmışım gibi hissediyorum. o zaman onca soyunmaya sonra da giyinmeye ne gerek var..

di mi?

09 Haziran, 2010

bi de bu var!


BibliOdyssey: Mardi Gras Designs


Snail and Leech drawings by Charles Briton 1873Sea Nettle and Bat by Charles Briton 1873

sörf diyeti


uzun zamandır bilgisayar başına sadece kendi zevkim için dolanmaya oturmamıştım. biraz uzak da hissediyodum sanırım kendimi bu aralar netten.

geçenlerde gidip doğubanktan kablosuz bi kulaklık aldım. odam aynı zamanda evin yaşama alanı olduğu için bi yandan tv izlenirken kendi izlemek istediğim şeyleri pek konsantre olarak izleyemiyordum çünkü. ya da tam tersi, birisi eve gelir de bişey izlemek isterse ben tvye kitlenmişsem ikimize de işkence oluyodu. yada oda
da birileri uyuyorsa..

kulaklık baya iyi geldi. takıyorum bilgisayarın hoparlör girişine açıyorum istediğim şeyi, yatağa geçip takılıyorum. alan memnun veren memnun.

bu sabah da uzun zamandır ihmal ettiğim google reader'la ilgilendim bol bol. takip ettiğim galonla blogda bu kadar eğleniceğimi düşünmemiştim. sanırım internet alışkanlığımı bi şekilde kendime kaybettirmişim. böyle saatler süren bir kür yapmak iyi geldi..
bi kaç site paylaşiyim istedim bulduğum güzelliklerden.

http://www.corporatepig.com/artportfolio/ burda harika işler var, sanırım fimolarımla bi tanesi kopyalamaya çalışıcam. pek vakit alıcak ama bende de zamandan bol bişey yok bu aralar..

sonra şahane bi animasyona denk geldim, video aşağıda. konu olarak izlediğim ennnn iyi animasyonlardan birisi kesinlikle. adı skhizein.
bir de muppet show kuklalarının bohemian rhapsody'i söyledikleri video var ki bence olmuş:




şimdilik böyle. güzel tonlarca yazı da okudum ama onları tek tek linklemeye üşeniyorum. belki başka zaman.

16 Şubat, 2010

once - müzikli dostluk filmi

yazının başlığını böyle mp3 ismi koyar gibi araya çizgi çekerek koydum çünkü şimdi sana uzun bir şarkı filmi anlatıcam.

hani bazı filmler vardır, o kadar güzellerdir ki "yine izlerim" diyip bilgisayardan silinmezler. ya da ben öyle yaparım. yedeklesem de bırakırım oldukları yerde onları. canım sıkıldıkça, kendimi bi arkadaşımla sohbet eder gibi hissetmek istediğimde basarım playe, kahvemle birlikte filmi izlerim, dinlerim, bazen bakmam bile filme sadece orda oynadığını bilmek iyi gelir.. once da o filmlerden biri oldu benim için.

birçok kişinin başına gelmiştir. bir yerlerde birisiyle tanışırsın, o sihir vardır, o'dur. doğru kişidir ama yanlış zamandır bazen. aklında günlerce, haftalarca belki aylarca takılı kalarak, içinde sıkışmış bir şekilde unutursun sonra zamanla.. hayata devam edersin. hayatın sana getirdiklerini, peşinden gitmediklerini belki bir gece evde içerken düşünürsün ama o da sabaha gitmiş olur. üstüne düşündüğün için kendini "hayatını sorgulayan" biri olarak görüp içten içe gurur duyar, yeni karar dönemeçlerinde içindeki o sen'e selam vermek üzere yürümeye devam edersin.


bir yandan babasının dükkanında elektrik süpürgesi tamir ederken diğer taraftan da sokakta müzik yapan bir adamla bir şekilde çek cumhuriyeti'nden dublin'e gelmiş bir kızın arkadaşlık hikayesini izliyoruz once'da. bol müzikle hem de. yanında da güzel irlanda aksanı cabası.
müzikler o kadar güzel ki film yerine soundtracki koyup gözleri kapatıp kendi filmini bile çekebilirsin. başroldeki iki oyuncu da kendileri söyleyip çalmışlar. tanıdığımız birileri olmaması, kızın gözlerinden akan doğallık sanki yanlarındaymışız hissi veriyor. son zamanlarda izlediğim en güzel, en samimi film o yüzden. hatta o kadar samimi ki 30 sene sonra bir devam filmi çekilse de karakterlerin yaşlanmış hallerini görsek dedirtiyor.

filmin afişinde yazan "How often do you find the right person? " sorusu filmin çıkış noktası aslında. "ne sıklıkla doğru insanı bulabilirsin ki?" sorusuyla başlayıp cevabımızı da güzel bi şekilde alıyoruz. "once"..

filmde genel olarak üç tane şarkı ön planda. falling slowly, when your mind's made up ve lies. ben hepsini çok sevdim ama lies'ı daha bi çok sanki.. hayatın içinde bu kadar çok müzik varken, müziğin bazen nereye gittiği belli bile değilken bu filmle insanın içinden geçip sıcacık bir şekilde odasına yayılıyor. bu arada film falling slowly parçasıyla 2008de en orjinal soundrack oskarını almış. ayrıca elemanın otobüste söylediği "Broken Hearted Hoover Sucker Guy" parçası doğaçlama çıkmış ve yönetmen o kadar sevmiş ki atmamış filmden.

discmanin pilinin bitmesi, doğaçlama gezintiler, utanmalar, elektrik süpürgesini köpek gezdirir gibi çekmek, erkeğin altmetinde "sevişsek mi?" sorusu, müzik yaratırkenki süreç.. hepsi bir yerlerden tanıdık.

filmi 150.000 dolar gibi bi paraya 17 günde çekmişler. konu da yönetmenin otobiyografisi aslında. o da bir zamanlar dublin'de yaşamış ve londra'da bir kız arkadaşı varmış. hatta lies şarkısı altında izlediğimiz eski kız arkadaş görüntüleri de yönetmenin o kız arkadaşı..

evet biraz romantik film, evet biraz klipleri birleştirip film yapmışlar hissi de var filmde ama yine de kesinlikle hikayesi eksik ya da yarım değil. bir yol filmi aslında belki de. hayatları bir şekilde kesişen, bu yolun bir kısmını birlikte yüreyen iki insanın hikayesi. hiç sıkılmıyorsun, şahsen benim şu günlerdeki en yakın arkadaşım. izlerken başını omzuna koyabiliceği arkadaşını, elini tutacağın sevgilini yanına al bi bak derim.

not: (merak etme spoiler değil, belki de spoiler bilmiyorum) okyanusa baktıkları sahnede kızın adama verdiği çekçe cevap "hayır, seni seviyorum"muş.

bu da filmdeki sahnesiyle falling slowly'nin videosu.




Falling Slowly from Cavvie Bartjanello on Vimeo.

18 Ocak, 2010

pek bi karanlık hava. ahmak ıslatanından bi yağmur.. çok severim böyle havaları. rengini de, kokusunu da, kasvetini de.. keşke şöyle geniş manzarası olan bi evim olsaydı da camının arkasından izleseydim der içimdeki, sus derim ona, elindekiyle mutlu ol.

filtre kahve havası böyle havalar. bi türlü düzene sokmayı beceremediğimiz hayatlarımızı çekmece, dolap, mutfak düzenleyerek meşgul tutmaya çalışıyoruz demişti bi arkadaşım geçenlerde.. onu düşünüyorum bu aralar. odanın içindeki sigara dumanını iki küçük mumun alacağını sanarak mumluğa koşmak gibi bişey..

kediler yemek ister, sokaktan temizleme arabası geçer ve bir şangırtıyla lamba yere düşer.