19 Aralık, 2009

gitmek


bu fotoğrafa ne zaman baksam gözümden yaş akar, en keyifli anımda denk gelsem bile bir dalar giderim.. can yücel'in başını eşber yağmurdereli'nin omzuna bu kadar teslim olmuş, bu kadar "dost" koymuş olmasına saatlerce bakasım gelir..
az önce arkadaşım zoban'ın
blogunda denk geldim can yücel'in aşağıdaki şiirine. sanki şimdilere çok uygunmuş gibi geldi, ondan çalıp kendime de ekliyim dedim.

Bugünlerde herkes gitmek istiyor.
Küçük bir sahil kasabasına,
Bir başka ülkeye, dağlara, uzaklara...

Hayatından memnun olan yok.
Kiminle konuşsam aynı şey...
Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.

Öyle "yanına almak istediği üç şey" falan yok.
Bir kendisi.
Bu yeter zaten.
Herşeyi, herkesi götürdün demektir.
Keşke kendini bırakıp gidebilse insan.
Ama olmuyor.

Hadi kendimize razıyız diyelim, öteki de olmuyor.
Yani herşeyi yüzüstü bırakmak göze alınmıyor.

Böyle gidiyoruz işte.
Bir yanımız "kalk gidelim",
öbür yanımız "otur" diyor.

"Otur" diyen kazanıyor.
O yan kalabalık zira...
İş, güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile,
Güvende olma duygusu...
En kötüsü alışkanlık.
Alışkanlığın verdiği rahatlık,
Monotonluğun doğurduğu bıkkınlığı yeniyor.
Kalıyoruz...
Kuş olup uçmak isterken, ağaç olup kök salıyoruz.

Evlenmeler...
Bir çocuk daha doğurmalar...
Borçlara girmeler...
İşi büyütmeler...
Bir köpek bile bizi uçmaktan alıkoyabiliyor.

Misal ben...
Kapıdaki Rex'i bırakıp gidemiyorum.
Değil bu şehirden gitmek,
İki sokak öteye taşınamıyorum.
Alıp götürsem gelmez ki...
Bütün sokağın köpeği olduğunun farkında,
Herkes onu, o herkesi seviyor.
Hangi birimizle gitsin?

"Sırtında yumurta küfesi olmak" diye bir deyim vardır;
Evet, sırtımızda yumurta küfesi var hepimizin,
Kendi imalatımız küfeler.

Ama eğreti de yaşanmaz ki bu dünyada.
Ölüm var zira.
Ölüme inat tutunmak lazım,
İnadına kök salmak lazım.

Bari ufak kaçışlar yapabilsek.
Var tabii yapanlar, ama az.
Sadece kaymak tabakası.
Hepimiz kaçabilsek...
Bütçe, zaman, keyif... Denk olsa.
Gün içinde mesela...
Küçücük gitmeler yapabilsek.

Ne mümkün.
Sabah 9, akşam 18
Sonra başka mecburiyetler
Sıkışıp kaldık.
Sırf yeme, içme, barınmanın bedeli
Bu kadar ağır olmamalı.

Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz.
Bir ömür karşılığı, bir ömür yani.
Ne saçma...
Bahar mıdır bizi bu hale getiren?
Galiba.

Ben her bahar aşık olmam ama
Her bahar gitmek isterim.
Gittiğim olmadı hiç,
Ama olsun... İstemek de güzel.

can yücel

27 Kasım, 2009

bu sadece bana mı denk geliyo bilmiyorum ama ne zaman kendime bi diş fırçası alsam, eskidiğinde aynı markete gidip aynısından asla ve asla bulamıyorum. dönem dönem mi çıkartıyolar bu diş fırçalarını, anlayamadım bir türlü.

hayattaki böyle minik ayrıntıları yakalayınca mutlu oluyorum garipçe.

18 Kasım, 2009

bazı geceler gözlerim kapanırcasına, içlerinde havaifişekler patlarcasına uykum olmasına rağmen uyumak istemiyorum. geçerli bi sebebim olduğundan, yapıcak daha iyi bişey ihtimalinden de değil, sırf kendime inat olsun diye sanırım.

yoksa gündüz uyumayı daha mı çok seviyorum.. (ya da bişey mi bekliyorum acaba..)

14 Kasım, 2009

ol-mak

uzun zamandır olmayan şeyler olduklarında, mutlu oluyorum.

09 Ekim, 2009

sıkıntı

kedim pencereden düştü ayağını tam eklem yerinden kırdı, ameliyat olması lazım.. motorum servise gitti nerdeyse sağlam tek parçası kalmamış popoma kaçanın haddi hesabı yok. tüm bu durumlar içinde bende zerre para yok, hayat çok sıkıcı be günlük.

söyle ona, posta kutuma para bıraksın biraz.

26 Eylül, 2009

ilk uzun yol part 1
















şimdi oturup bunu yazmak lazım..

kaptanın seyir defterine not: hanımkızımız ilk uzun yolunu yaptı motoruyla. edirne uzunköprüye git gel toplamda 500km. yol. bunun sadece yarısını ben aldım.


ve ayrıntılar: bi arkadaşımın 4 sene önce çalınan motoru edirne'nin uzunköprü ilçesinden çıkmış. yamaha xt350. polislerde bir şekilde ona ulaşıp gelip motoru almasını istemişler haliyle. haberi vermek için beni aradı, ben de sevinçten uçarak "istersen benim motorla gidelim, hem daha kolay olur hem de dönüşte ben ilk uzun yolumu yapmış olurum" diye teklifte bulundum. o da buna çok sevinerek tamam dedi ve perşembe öğlen gibi yola çıktık. prensipten yanımda benden daha tecrübeli birisi varsa onu arkama alıp ben kullanmıyorum motoru. zaten heyecanlanıyorum da. yolda heyecan tehlikeli, panik yaptırabilir. yol gayet keyifli geçti, deniz hem çok güzel kullanıyo hem de ben çok rahat ettim arkada kendi adıma. o kadar rahattım ki hatta deniz arada dönüp hala arkasında mıyım diye kontrol etmek zorunda kalıyordu. :)

yola çıkmadan "eyvah motorda benzin yok" paniğimiz yüzünden otobana çıkmadan önce yolu biraz uzatıp benzinci aradık. aslında pek de gerek yokmuş, zira otoban benzinci kaynıyomuş. yine de 40 lira ödeyip depoyu doldurarak otobana attık kendimizi. yolda sadece 2 kere mola verdik, biri yemek yemek birisi çay kahve içmek için. bir de otoban çıkışında gişe görevlilerine yol sormak için durduğumuzda benim sigaraya sarılmamla mecburen verdiğimiz mola. iyi ki de yol sormuşuz çünkü uzunköprü için bir tabela yoktu, önce havsa sapağından girmemiz gerekiyormuş. sormasak dümdüz gidip nereye varırdık bilmiyorum.


uzunköprüye girdiğimizde küçük bir yer olmasından dolayı herkes bi dönüp baktı haliyle. küçük yerleri hem seviyorum hem de korkuyorum. bir kere mimlendin mi onu temizlemek zor olur ama herkesi de bilirsin. istikamet direk emniyet tabii. deniz içeri girdi ben de dışarda bekledim. yaklaşık yarım saatte kağıt işlerini halledip çıktılar. ben de o esnada kapıda tahminimce 23-24 yaşlarında olan ama çok daha ufak gösteren bir polisle muhabbet ettim. aklımızın hiç almadığı bir şekilde polislerin hepsi o kadar iyilerdi ki ne deniz ne ben pek inanamadık. bizi alıp yakaladıkları motorları koydukları bir otoparka götürdüler, motor dışarı çıktı, denizin yüzünde şaşkın bir gülümseme. :) o sırada etrafta olan herkes motorun her yerini mıncıkladı bir şekilde. içinde yağ olmadığı için deniz motoru çalıştırmak istemedi ama insanlar "üstüne bir switch eklemişler, öyle çalışıyormuş" diye duydukları için o düğmeyi bulmak için baya uğraştılar. halbuki gerek yok, motor zaten kickstartla çalışıyor ve yağ eklemeden çalıştırmaya gerek de yok.. polisler deniz'i arabayla yağ almaya götürdüler. bu özel ilgi esnasında ben otoparkta beklerken kalan polislerden birisiyle muhabbet ederken(yine) bu durumu anlattım. motorun bulunmasına nasıl şaşırdığımızı diğer taraftanda ne kadar ilgili olduklarını.. poliste "vazifemiz" diyerek pek bir açıklamada bulunmak istemedi sanki.?

motoru alıp bir ustaya götürdük, yağ eklensin, zinciri yağlansın, elektrik aksamına bakılsın ki bizi istanbul'a kadar götürebilsin. sonra orda topluca bir bakımdan geçer. usta faslını da hallettiğimizde saat 7 civarı olmuştu bile, hava kararmış ve şahsen ben biraz yorulmuştum. deniz yola çıkmak mı kalmak mı istersin dedi, ben de kalalım dedim. hem gece yolculuk etmek istemedim hem de gelmişken kalalım ne olacaktı.. öğretmen evi de vardı oraya eşyaları atıp bir iki bira içerdik..
öğretmen evine gittik, ben motordan inmedim, deniz odayı ayarlasın da bira içelim diye apartta bekliyorum. deniz içerden çıktı ve "tek bir odaları varmış ama lavabo dışardaymış" dedi. ne olacak dedim, insan gecede kaç kere çişini yapar ki.. hop deniz tekrar içeri, -ve akabinde hemen dışarı.. - evlilik cüzdanımız olmadığı için bizi almıyorlar. ben hala motorda ve kasklı olduğum için beni erkek sanmışlar ilk başta. aklım almadı ve ben de indim motordan içeri girdim, nasıl yani diye sordum. klasik cevap: emirler böyleymiş. deniz bunun hangi yasanın hangi maddesine göre uygulandığını sorarken -ve adam cevap veremezken ben "kimin namusunu hangi hakla koruyorsunuz?" diye çıkıştım. adamın cevabı "odamız yok" demek oldu. :) iki saniye önce var olan oda birden yok oldu. fazla uzatmaya gerek olmadığı anlayarak dışarı çıktık.

deniz'e polislerden birisi telefonunu vermişti, onu arayalım en azından bize bir yer önerir dedim. aradık adamı, durumu anlattık. tamam size ikinizin de ayrı odalarda kalabileceği başka bir otel buluruz dedi. "hayır öyle birşeye maruz kalmak istemiyoruz, kaçıncı yüzyıldayız, potansiyel fuhuş yapıcakmışız gibi davranılmak istemiyoruz" dedim. adam sadece güldü.. bize bir otel tavsiye etti ama sonunda yolu bulamıycağımıza kanaat getirerek "size bir polis arabası yolluyorum onlar size yolu gösterir" dedi. çok teşekkür ederek kapattık telefonu.
polislerimiz geldi, gündüzki polisler. bizi bir otele götürdüler.. odamızı ayarladılar ve gittiler. herşey tıkır tıkır işledi ama ben fena halde paranoya yaptım. bu adamlar gece odaya gelip bizi pataklamasınlar diye deniz'in de kafasını didikledim. :)

eşyaları odaya fırlatıp 1-2 bira içmek için mekan aramaya koyulduk. bi kaç kişiden tarif aldık ama hepsi hem sıkıcı, hem kıraathane tadında hem de içeri girsek kulaklarını bizden almıycakları yerlerdi. en son 2 genç görüp onlara burda bira içilebilecek bir yer olup olmadığını sorduk, onlar da olmadığını genelde gençlerin evlerde takıldıklarını söylediler. biz de makus talihimize küsüp bi kebapçıda yemek yiyip biralarımızı alıp odada televizyon karşısında içmeye karar verdik. kebapçıda da ilginç bişey oldu.. yemeği yedikten sonra ben tam sigara içmek için dışarı çıkıcakken adam "dışarı çıkmanıza gerek yok, ben ışıkları kısiyim içerde içebilirsiniz" dedi. sigara yasağından beri bunu ilk kez yapıyormuş ve sebebi de benim o saatte sokağa çıkmamammış. iyiliğinden yaptı elbet ama biz yine de şaşırma hakkımızı kullandık orda da. :)


yemekten sonra 3 biramızı kapıp otele dönüp motorları sağlam bir yere koyup odaya çıktık.
tekrar çalınmasınlar. deniz'inki çalınamaz da benimkinin garantisi yok. :) bi duş, biralar ve ardından uyku. ben tüm geceyi hiç derin uykuya dalamadan geçirdim. hem tanımadık bir yerde uyumaktan hem de saçma sapan paranoyamdan. sabah da mal gibi kalktım haliyle.

kahvaltımızı edip, milyon tane farklı yol tarifi dinlemek zorunda kalıp sonunda bildiğimiz yerden gitmek üzere yola çıktık.
çıktığımızda saat 9 civarıydı. sadece 30 km. yol gittimizde ise 11 olmuştu. 30 km.yi 2 saatte aldığımız düşünülürse baya uzun bi yolculuk olacağı belliydi. :) deniz önden ben arkadan, otobana girsek mi girmesek mi diye 3-4 kere birbirimize sorduktan sonra yavaş yavaş ilerlemeye başladık. yolun 50. kmsinde denizin motorunun bir yeri uçtu gitti. önceden birbirimize yapacağımız hareketleri kararlaştırmıştık, elimizi aşağı yukarı doğru hareket ettirirsek durucaktık. yaklaşık 6 km denizin arkasında korna, selektör, el hareketi ve küfür ederek dikkatini çekmeye çalışmam işe yaramayınca basıp önüne geçip durdum. kaskı çıkardığım gibi "abi neden durmuyosun" diye saydırmaya başladım ama yolun titrekliğinden aynadan benim dur hareketi yaptığımı görmemiş, kornaları da duymamış. dedim 6 km önce grenajın uçtu, git bul. :) bende kenara çekip gelmesini bekledim yaklaşık 20 dakika kadar. arada arayıp bulamadığında "düştüğünü gördüğünde sen neden durup almadın" diye azarımı da yedim. :) pratiksizlik işte, arkasında beni göremeyince panik yapar diye duramamıştım. neyse parçayı buldu ve yola devam..

bu arada otobana girmemeye çoktan karar vermiştik ve hiç girmedikte. ara yollar her zaman daha keyifli. bir yemek, bir yağ değişimi, 3-5 kez benim sigara krizim, yoldaki bilmemne restorana girelim diye durarak pavyon olduğunu öğrenmemiz ve sol elimin korkunç ağrımasından dolayı toplamda 7-8 kere durduk. yemek yemek için durduğumuz yerde motorun yan ayağını açtım sanarak bırakmam sonucu aleti devirerek artçının ayak koyduğu yeri kırdım. kıçıma kaçan 50-60 euroya sinirimi bozarak bol tuzlu yemeğimizi yedik. silivri'yi geçtikten sonra hiç durmayarak akşam 5 gibi istanbul'a varabildik. sahil yolundan giderken şans eseri kenarda cihan'ın gelmesini bekleyen gökçe'yi görerek bir mola daha vermiş olduk. ayarlasak böyle buluşamazdık, 80 kere de telefonda konuşurduk. :) biraz muhabbet edip herkes kendi yoluna gitti devamında.

sonuçta 250 kmlik yolu 8 saat gibi bir rekorla alarak bu maceranın da sonuna geldik. ben ilk uzun yolumu yaptım, deniz'im motoruna kavuştu, bizim de anılarımıza bir çentik daha atıldı.


bu arada yolda olmak, motor hissiyatı hakkında ayrıca bir yazı ekliycem, bu yeteri kadar uzun oldu.

29 Ağustos, 2009

saat sabahın 7'si.. evde herkes uykularda. bense 3,5 civarı yatıp erkenden neden kalktım bilmiyorum..

ev hem kalabalıksa ve de herkes uyuyosa uyanık olmayı çok seviyorum. böyle anneannelerden kalma tozlu bi huzur kaplıyo içimi. nedense yalnız hissetmiyorum kendimi böyle olunca. birisinin pantolonu kenarda, diğerinin çorapları kanepenin yanında, masaüstünde hafiften kapağı açık bi laptop, yemek artıkları, yerde 3top.. sanki dün akşamın üstüne ev dinlenir gibi, ben de onu ayağında uyutan yaşlı nine gibi hissediyorum.

bu aralar gerizekalıca duygusalım. kalabalık sosyal bi yerdeyken lap diye kimseyi dinlemezken buluyorum kendimi. bi bakıyorum yerde bieylere takılmışım yada sıkılmışım. böyle durumlarda sosyalleşmemek lazım. zaten pek sosyal bi insan da değilim.

motora atlayıp yolda olasım var aslında. fotoğraf makinamı kapsam, güzel bi geniş açı lens alsam (buna para lazım), kilyos taraflarına yardırsam mesela. bu saatte trafik de olmaz, hava da serindir.. sonra sahil kenarında otursam kitap okusam, akşam eve yorulmuş gelsem. amma velakin motorun durduğu deponun anahtarı bende yok ne yazık ki..

25 Ağustos, 2009

yine iyi bok yedin hanım kızım..

23 Temmuz, 2009

motor günlükleri


20 temmuz 2009 - pazartesi gecesi 00:00-06:00 arası..

zoban'ı zar zor ikna edip bebek starbucksta bi kahve içmeye gittik. o kendi motoruyla, ben de benimkiyle. ordan ileri devam edelim dedik kahveden sonra, dedi ki hadi rumeli fenerine.. ta istanbulun karadenizle bağlandığı yer. çok uzak çooooook, ama ben tabii bilmiyorum ne kadar uzak. muhteşem ama korkunç ıssız yollardan giderek fenere ulaştık. yol cidden şahaneydi, hem boş hem de güzel asfalt, virajlar falan. çok keyif aldım, virajlarda hala korkup yavaşlamam, yokuş aşağı inerken de tırsınçlıktan debriyajı sıkmam dışında bi derdim yok şimdilik. vitesi küçültürkenki yığılmalarımı azalttım biraz. ama yokuş aşağı boşa almamayı öğrenmem lazım. motor freni arkadaşım, o çıkarttığı sesten korkma aletin. bi de yatırmayı öğrenmem lazım, hala seri değilim.. dönüşte de boğaziçi üniversitesinin oraya gittik, çorba ve kebap yedik, ordan da ev. sabah 6 olmuştu saat artık. dönerken tek başına kullanmak da güzeldi. :)




22 temmuz 2009 - çarşamba gecesi..

cihan ve greenpeace'den bi arkadaş birlikte çıktık 2 motor yola. istinye'ye kahve içmeye.. giderken önce önümdeki bi arabaya çarptım, ön gagam kırıldı. ama zaten kırıkmış önceden, bantlar vardı içinde çünkü. önümdeki araba saçma sapan yavaşlayarak gidiyodu, ben de girişken davranamadım, sanırım arkamdaki araba bana kızarak hayvan gibi kornaya bastı, niye neye bastı diye ona bakarken önümdeki araba durmuş ve ben de ona geçirdim, gaga yerde.. ilk kazam oldu böylece. hadi bu neyse, olur böyle dikkatsizlik, bundan sonra hep yola önüme bakıcam.

dönüşte de yokuşlu bi u dönüşü vardı, 3. viteste yaklaştım ama virajı 2 ile aliyim derken sanırım yeteri kadar hızlı gidemedim ve motoru devirdim. yanımdan bi minibüs geçiyodu, indiler kaldırdılar motoru ama bu sefer kendime çok kızdım. nasıl alamazsın abi virajı, bi de tukete gel sende diyodum, iyi ki gelmemiş, ya arkamda olsaydı.. alete tam hakim olamıyo olmak canımı sıkıyo, kendime kızıyorum..

bi de "oluyorum ben yavaş yavaş" derken bu salaklıkları yapmış olmam.. hiçbi zaman ne oldum demiyceksin, ne olucam diyceksin hacı. o kadar kendine güveni gelenin eline verirler işte böyle.. çok sinirliyim kendime be günlük.

not: bu yazıyı tabii daha özenli yazmış olmak lazım, ama hiç isteyesim yok şu anda..sonra editlerim umarım..

10 Haziran, 2009

yıldırım türker'in bugünkü radikaldeki yazısının içimin yağları eriyerek okuduğum kısmı..

ANT DEĞİL SÜT İÇİRİN
yazının tamamı şu linkte ikamet etmekte: http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&ArticleID=939569&Yazar=YILDIRIM%20T%DCRKER&Date=08.06.2009&CategoryID=97
........

Her sabah sosyalleşme ritüeli olarak çocuklara dayatılan askeri düzenin çok tehlikeli olduğuna inanıyorum.
Ben çocuğumun varlığını Türk varlığına armağan ediverip huzur sürüsüne katılmasını istemiyorum.
Henüz bir adam tomurcuğuyken varlığını ille de armağan etmesi gereken bir yük olarak taşıma yordamı edinmesini istemiyorum. Büyüdükçe varlığını armağan edecek merciiler aramasını istemiyorum.
Her şeyin ötesinde seferberlik ruhuyla her an kendinden çok sevdiği vatanı için şehit olmaya hazır bir ruh haline bürünmesini istemiyorum. Sırtındaki bu kamburdan kurtulabilmek için vakit kaybetmesini istemiyorum. Kendisine ön kimlik olarak ‘Türküm’ü bellemesini hiç istemiyorum.
Çocuğumun bu korkunç törenlerde yanındaki arkadaşıyla hepimizin yapmış olduğu gibi kıkırdaşırken azarlanmasını, ceza almasını istemiyorum.
Kendini sıralara girip hazırola geçip marşlar, yeminler haykıran küçük bir asker olarak hissetmesinden korkuyorum.
Barış için bulduğumuz her umuda sarılırken, barışı özlemle beklerken, çocuklarımızın birer vatan bekçisi karikatürüne çizilip ilk duygulanmalarının hamasete armağan edilmesine karşı çıkmamız gerek.
Kardelenlerle, günebakanlarla adlandırıp eğitime teslim ettiğimiz çocukların ilk iş düşmanlara karşı mücehhez küçük nefret subaylarına dönüştürülmesi karşısında barış umudumuzu nasıl koruyabiliriz?
Çocuklara öğrenim hayatlarında ilk sunulan resme dikkatlice bakın.
Onlara sunulan ilk dünya tasviri, dünyayla arasındaki sınırların ezberletilmesi üzerine inşa ediliyor. Askeri düzen içinde korunması gereken vatan toprakları üzerinde sıkı bir hiyerarşi içine oturtuluyor. Varlığı, iradesi elinden alınıyor. Kendi adına hep rütbelilerin karar aldığı bir dünyayla her sabah bir kez daha çığlık çığlığa tanışıyor.
Her Türk, asker doğmaz. Hiçbir Türk, ya da Kürt ya da Fransız, asker doğmaz.
Bu memleket, 70 milyonluk bir ordu değildir.
Çocuklara süt içirin. Ant içmek istiyorsanız, her sabah kendiniz içersiniz.

25 Mayıs, 2009



(25 mayıs'ın dünya havlu günü olduğunu unutmayarak dna'a saygılarla..)

otostopçunun galaksi rehberinin havlular konusunda söyleyecek bir çift sözü bulunmaktadır.

bir havlu der, yıldızlararası seyahat eden bir otostopçunun sahip olabileceği neredeyse en işe yarar şeydir. bir kere pratikte büyük değeri vardır -jaglan beta'nın soğuk aylarında yol alırken ısınmak için ona sarınabilirsiniz; santraginus v'nin ışıl ışıl mermer kumsallarında baş döndürücüdeniz buharını içinize çekerken üzerine yatabilirsiniz; çöl dünyası kakrafoon'un kıpkırmızı ışıldayan yıldızlarının altında onu üzerinize örtüp uyuyabilirsiniz; ağır ağır akan moth ırmağıüzerinde seyrederken mini salınıza yelken yapabilirsiniz; yumruk yumruğa dövüşlerde kullanmak üzere ıslatabilirsiniz; zehirli gazlardan korunmak ya da traal'ın kurt-gibi-acıkmış cırtlak canavarı'nın bakışlarından (aşırı aptal bir hayvandır, onu göremiyorsanız sizi görmediğini sanır ve sizi görmez - ot kadar aptal, ama çok çok açtır) kaçmak için başınıza sarabilirsiniz; acil durumlarda havlunuzu imdat işareti olarak sallayabilirsiniz ve tabii ki, hala yeterince temiz görünüyorsa onunla kurulanabilirsiniz.

daha da önemlisi, bir havlu büyük psikolojik değere sahiptir. herhangi bir sebeple, şuursuz bir gezgin (şuursuz gezgin: otosopçu olmayan) bir otostopçunun yanında havlusunun olduğunu fark ederse, otomatik olarak bir diş fırçası, yüz koruyucu maske, sabun, bir kutu bisküvi, termos, pusula, harita, bir yumak ip, sivrisinek ilacı, yağmurluk, uzay giysisi vs. vs. olduğunu da varsayacaktır. üstelik bunun da ötesinde o şuursuz gezgin bunlardan herhangi birini veya otostopçunun kazara "kaybetmiş" olabileceği bir düzine başka eşyayı ona seve seve ödünç verecektir. çünkü o şuursuz gezgin, otostopla galaksiyi kateden, yalnızca temel ihtiyaçlarını gidererek zorlu şartlarda yaşayan, korkunç tehlikelerle savaşıp galip gelen ve hala havlusunun yerini bilen birinin hiç şüphesiz baş etmesi güç biri olduğunu düşünecektir.

bu nedenle, otostopçu argosuna geçmiş bir deyiş vardır: "hey, düzayak ford prefect ile hiç tanfırdedin mi? o havlusunun nerede olduğunu bilen bir süpdüzayaktır." (tanfırdemek: tanışmak, farkına varmak, sevişmek; düzayak: gerçekten düzgün bir herif; süpdüzayak: gerçekten de şaşırtıcı derecede düzgün herif.)

......

"yanında havlu var mı?" diye arthur'a aniden sordu ford.
üçüncü arjantinini bitirmeye uğraşan arthur dönüp ona baktı.
"neden? şey, hayır... olmalı mıydı?" artık şaşırmaktan vazgeçmişti, çünkü bunun bir anlamı yoktu.
ford sinirle dilini şaklattı.
"iç," diye ısrar etti.


(otostopçunun galaksi rehberinin üçüncü bölümünden)
douglas adams

23 Mayıs, 2009


genelde sabah 5den önce uyumam. hele şimdi nba playoffları da var. uyusam kendime kızarım.

ama bu aralar nedense gece duyduğum seslere takmış durumdayım. yeni taşındığımız eve alışma süresi geçirirken evi dinlemek de adetim oldu.
anladım ki sabaha karşı duyulan, algılanan sesler çok farklılar. gün içinde trafik gürültüsü, müzik, televizyon, üst komşu, şehrin kendi uğultusu derken duyamadıklarımızı gece denen arkadaş beynimize beynimize kakalıyor.
ordan burdan gelen çıt sesi, rüzgarlı bi günse etraftan balkondan gelen sesler.. yağmurun cama tepki sesi, sabaha karşı şehir hafiften uyanırken kuşların böceklerin konuşmaları, üst komşunun sabah uyanır uyanmaz çocuklarına bağırması ve bunu inat ve ısrarla her gün tekrar etmesi, şehrin bi yerlerinden gelen silah patlamaları (ki her zaman oyuncak silah olduklarını hayal ettim, hala gerçek olabileceğine aklım basmıyor), ampul vızıldaması, borulardaki suyun hareket etmesi, ezan sesi derken her an dopdolu aslında. normalde evin içinde her daim bir ses olmazsa sıkılan bi insan olarak, ve bu sesler de mevcutken aslında kendi gürültümü kendim yarattığımı keşfediyorum sanki yavaş yavaş.

14 Mayıs, 2009

kiva ile tanışma..


bir süredir hayranlıkla takip ettiğim bir siteden bahsetmek istiyorum. hikayesi ise internetten bulduğum üzere şöyle:

"San Francisco’da kurulmuş olan Kiva, yeni nesil teknolojileri kullanarak küçük sermayeye sahip olan kişilerle, gelişmekte olan ülkelerde yaşayan ve enteresan fikirlere sahip olan girişimcileri buluşturuyor. Bu sayede mikrofinansmanın en büyük örneği yaşanırken aynı zamanda binlerce hayat değişmiş oluyor.

Kiva’nın amacı oldukça açık. Mikrofinans kurumlarına giden girişimciler, işlerini anlatıyor, finansal ihtiyaçlarını belirliyor, fotoğraflarını çektirip bunları Kiva’nın web sitesine koyuyorlar. Tüm dünyadan yatırımcılar ise Kiva.org sitesini ziyaret ederek hangi girişimciye destek olacaklarına karar veriyor ve gerekli krediyi sağlıyorlar.

2005 yılında kar amacı gütmeyen bir organizasyon olarak başlayan Kiva, bu güne kadar 26.000 kredi işlemi gerçekleştirmiş ve toplam 2 milyon doların farklı projeler için kredilendirilmesini sağlamış.


Kiva artık başkalarını da mikrofinansman işine yönlendirmeye çalışıyor. Kiva’nın sitesine girenler şu anda Kenya’dan Grace Wanjiku Ngotho’nun bir miktar tahıl almak için 300 dolara ihtiyaç duyduğunu ve şimdilik bu paranın 275 dolarının 10 farklı yatırımcı tarafından karşılandığını görebiliyorlar. Bulgaristan’dan Hasan Ali, sahip olduğu çiftliğe fidan dikmek için 1200 dolara ihtiyacı olduğunu söylüyor ve krediyi 18 ay içerisinde ödeyebilecek. Girişimciler hakkında detaylı bilgileri ve fotoğrafları sitede bulmak mümkün.

Bu güne kadar yapılan yatırımların hepsinde başarı sağlanmış ve geri ödeme oranı halen yüzde yüz. Ancak yatırımcıların birçoğu paralarını geri çekmek yerine başka bir iş alanına yatırıyorlar.
Kiva paraların toplanması için eBay firmasının bir yan kuruluşu olan PayPal’u kullanıyor. PayPal bu hizmeti karşılığında Kiva’dan herhangi bir ücret almıyor ve bu yardım organizasyonunu destekliyor.

Kiva çalışanları ve gönüllüleri hiçbir zorluktan yılmıyorlar. Ellerinden geldiğince açık kaynak kodlu yazılımlar kullanmaya gayret ediyorlar. Böylece yatırım maliyetlerini mümkün olduğunca aşağı çekip, harcamaları farklı operasyonlar üzerine yoğunlaştırabiliyorlar."


kiva'da insanların profillerinde dolaşıp nereye bağış yaptıklarını görebiliyorsunuz. profillerde "neden kivaya bağış yapıyorsunuz" gibi bir soru var. kimisi "mali gücüm elverdiği için" demiş, kimisi "vicdanımı rahatlatmak için" demiş.. yaptığınız bağışın gidişatı hakkında her an haberdar ediliyorsunuz, tüm para size geri geldiğinde de kredi kartınıza yatırılmasını ya da yeni birisine verilmesini seçebiliyorsunuz.

etrafta yardıma ihtiyacı olan binlerce kişi varken neden güney afrika'daki ya da bulgaristan'daki bir çiftçiye yardım edeyim diyebilirsiniz.. kiva sadece alternatiflerden bir tanesi. vicdanımızı rahatlatmak için mi yaparız, başka yardım kuruluşlarına güvenemediğimiz için mi yaparız bilmiyorum. yine de amacını ve çalışma şeklini düşünürsek her tarafından başarılı bir girişim olduğuna inanıyorum.

30 Nisan, 2009

kendine mektup

sırtımda bi ağrı var, omzumda da bişey var sanki. salak bi pozisyonda oturursam bilgisayar başında ağrıları dayanılmaz oluyo. televizyon sivilce dolu.. suratımda da reklam var kimi yerlerde. hava hep böyle kalsın söyle ona. bi de akşama gelirken bi tutam ferahlık alırsan sevinirim. bira güzel mi gider acaba? görünmezden meşgule geçiyim, belki bişey der. sıkıldım yine evet. güzel güzel, hava güzel. sahilde bi türk kahvesi içmeli. izmiri buraya taşısınlar, onu da söylersen..

28 Nisan, 2009

ya ne acayip memleketiz.. virüslerin evrim geçirebiliceğine/geçirdiğine inanıyoruz da, insanın evrim geçirdiğini hala inkar ediyoruz.
mikrop kadar değerimiz yok.

27 Nisan, 2009

snooker: beyaz top nereye gidiyor?

son zamanlarda televizyonumu eurosport ve nba tvye kilitlemiş durumdayım. ev arkadaşımın deyimiyle klasik bir ev babası gibi spor kanalını açıp sesini de rahatsız edebilecek seviyeye getirip kanepede uykuya dalıyorum. kanepede uyumayı seviyorum, bunun çok daha başka bir sebebi var ama bu başka bir yazının konusu..

bu aralar -bir arkadaşımın da etkisiyle- snooker izlemeye başladım. hazır şu anda dünya şampiyonası da başlamış durumda. maçların hepsi çok keyifli. nba'de de play offlar var. o da zevkinin doruğunda.
oh :) (evden çıkmamak için sebep üstüne sebep)

basketbola gerek yok elbette, ama biraz snooker'dan bahsetmek faydalı olabilir..


snooker herşeyden önce bir çeşit bilardo oyunu. araştırdığım kadarıyla ingiltere ve iskoçya da çok oynanan bir oyun. hatta bizim ülkemizde 8 top ne kadar popülerse, hissettiğim kadarıyla oralarda snooker 2-3 kat daha popüler. 8 toptan daha büyük bir masada oynanıyor ve kuralları da biraz farklı. ıstaka topunu dışında (beyaz top) kırmızılar ve renkliler olmak üzere toplam 22 top var. oyun ilk önce bir kırmızı bir renkli top sokmak üzerine. kırmızı toplar bittikten sonra kalan renkli topları da sokarak oyunu tamamlıyorsunuz. aslında anlatırken kolay gibi geliyor fakat aslında tam bir bulmaca ve hatta kimi oyunlarda da satranç misali. hem deliğe sokmak istediğiniz topa kilitleniyorsunuz hem de ıstaka topunuzu bir sonraki atışınız için gerekli yerde bırakmaya çalışıyorsunuz. birinden birine iyi konsantre olamazsanız, sıçma ihtimaliniz yüksek.

genel olarak yavaş bir oyun denebilir, fakat sıkıcı değil. hızlı oynamayı seven oyuncular var, kimileri de uzun uzun düşünüyor. yine de 1 frame(set) genelde 10-15 dakika. fakat asla garantisi yok. topların aldıkları şekle göre uzayabilir-kısalabilir ya da son siyah toplu sokmayı kimi zaman iki oyuncu da beceremezse gider de gider..
oyun zihin olarak da bir dayanıklılık gerektirdiğinden becerinin yanında oyuncuların zihinlerini takip etmeye çalışmak pek hoş.

oyuncular birbirlerini tanıyan ve birlikte eğlenen oyuncular olurlarsa izlemesi ekstra bir keyifli çünkü hem birbirleriyle atışmaları hem de çözülmesi gereken bir pozisyon olursa bununla başa çıkma şekilleri çok keyifli.

bunun yanında bir de türkçe eurosporttan bahsetmek lazım. seslerden anlayabildiğim kadarıyla snooker'ı seslendiren 3 farklı yorumcu var. bir de geçenlerde bir bayan katıldı bir yorumcuya ama onu ilk kez dinledim. oyunu bu sene takip etmeye başladığım için çok fazla bilgim yoktu başlarda. ama yorumcular ve oyunun gidişatı kuralları çözmek için yeterli. kimi yorumcu çok konuşmuyor, kimisi de oyuncuların özel hayatlarına kadar bilgi vererek devamlı konuşma halinde. susmaları gerektiği yerlerde de susmasını biliyor gibiler. mütemadiyen konuşiyim, ekran boş kalmasın diye bir dertleri yok gibi. ki bu iyi bişey.

bazen de tepkileri çok komik olabiliyor, ki bu da ciddi bir anda birden gülmenizi sağlayabilir.


eurosportta günde 3 seans snooker yayını var. sabah(11di sanırım) öğlen(16:30) ve akşam(çok hatırlamıyorum, nasılsa her an eurosport açık). birinden birine denk gelmek kolay.

-- bu arada hayatımda olmayan hareketi spor kanalını tvde sabitleyerek çözmeye çalışmama çok üzülüyorum.

20 Nisan, 2009

faili meçhul kıyak

faili meçhul kıyak, tunç kılınç kişisinin taktire şayan bir fikri.
hareket en kaba haliyle, tanımadığınız birilerine iyilik yapmaktan ibaret.



elimizde bir tane kartvizit büyüklüğünde kart var. aklımıza gelen herhangi bir güzelliği yanına bu kartı ekleyerek ortalığa bırakıyoruz. bu, metroya binerken fazladan bir jeton alıp yanına kartı ekleyerek ortalığa bırakmak, kafede otururken herhangi bir masanın hesabını ödeyip, garsona yanına bu kartı iliştirmesini söylemek gibi çoğaltılabilir fikirler üzerine kurulu. tek şart, sizin yaptığınızı bilmemeleri. ama iyilik yaptığınız kişilerin tepkilerini uzaktan izlemek eğlenceli olabilir elbet :)
çok daha fazla bilgi ve kartın çıktısını almak için sitenin adresi şöyle:

http://www.fikiratolyesi.com/2009/02/27/faili-mechul-kiyak/

sitede bir çok fikir ve şimdiye kadar yapılmış "kıyak"lar var. ilham almak ve yenilerini eklemek için birebir derim ben.

28 Ocak, 2009

p harfi

bekle bekle bekle... beklemeye yeni anlamlar kazandırıyorum hayatımda. ne için beklersin, beklerken neler düşünürsün, neden beklersin? beklerken yaptıklarına dışardan bakabilir misin? beklemekle saklamak birbirlerine ne kadar benzerler?
beklememek mi lazım acaba arada, beklemezsen yeni geleni nasıl karşılarsın? gelir mi? böyle saçma gel gitler içindeyim.

durmakla beklemek ne kadar benzerler peki?