05 Ekim, 2010

"yollu bu, belli"

ömrüm boyunca son dakikacı insan oldum. sınavlara son dakika girdim, buluşmalara son dakika gittim (genelde geç kaldım aslında), önemli toplantılara asla saatinden önce gitmedim vs..

sonra kendim gibi bi iş buldum. son dakika değişiklikleri, kararları, aceleleri hayatımın içinde kocaman yer kaplayan.
tatile gidiceksem sadece 1 gün hatta genelde saatler öncesinde belli oldu, önceden program yapamadım hiç. zaten yapmayı da istemedim, şikayetim yok o sebeple.

buna alışkın olan bünyem uzun zamandır motorumla yola çıkmak istiyordu. bir türlü işler güçler denk gelemeyince beceremedim tabii.
geçen haftalarda -yine son anda şile'ye gitmeye karar verdim.

tek başıma gitmekle bir derdim yok ama elbet kalabalık gidilirse çok daha keyifli olur böyle işler, ben de hem eski iş arkadaşım, hem de motoru olan okan'ı aradım. okan böyle son dakika işlerini pek seven biri değildir, önceden planını programını yapmayı sever, yanında keyfini de gözetir. keyif adamıdır yani. :)



bu ani teklifime önce direndi tabii, abimi görmem lazım, oydu buydu derken ısrarlarıma dayanamayıp sonunda tamam dedi. :)
baran ve aykut diye iki arkadaşımızı daha aradık, aykut üşendi, baran kabul etti. biraz da tedirgin olarak kabul etti. ardçı olarak geleceği bu seyahatta benim arkamda yolculuk yapmak istemediği için, daha önceden alışık olduğu 1200lük bir harley davidson'ın arkasını tercih etti.

bizim organize olmalarımız, kalıcak yer ayarlamamız, okan'ın son dakika çıkan ama tam ben tek başıma yola çıkmak üzereyken son bir kere dürtmem üzerine iptal edildiğini öğrendiğimiz işi derken yola çıkmamız akşamın 6,5'unu buldu. hava kapalı, belli yağacak, önümüzde 2 saatlik bir yol var. 1,5 saati güzel asfaltlı bir yol, kalan kısmı da virajlı köy yolları.. ben daha önce katıldığım bir sürüş eğitiminde bu yolun bir kısmını gitmiştim, o yüzden fazla yabancısı değilim.
ama karanlıkta ve yağışlı bir havada değildi..

köprünün orda okan'larla buluştuk, ben köprüye onlardan daha yakın olmama rağmen yine geç kaldım tabii. :) gittiğimde motordan inmişler, beni bekliyorlardı.
o yağmur yağacak gibi görünen havaya, soğuk rüzgara rağmen cücük gibi giyinmiş iki kişi vardı karşımda.. biraz kızdım ama söylenecek çok şey yoktu. üstüne üstlük ikisinde de korumalar eksikti.. (burda minik bi parantez.. böyle durumlarda aslında biraz kızıyorum. gerekli korumaları giymeyerek yanlarında beni de tehlikeye attıklarını ve bencillik
ettiklerini düşünüyorum böyle sürücülerin. arkadaşım da olsa, tanımadığım bir grup da olsa böyle sürüşleri yapmak zorunda kalmasam keşke.. bence nasıl dalışta ya da dağcılıkta
yanınızdaki partnerinizden sorumluysanız motorda da öyle durum. dalışta suya girmeden önce karşılıklı olarak badinizle birbirinizin teçhizatını kontrol edersiniz, unuttuğunuz birşey var mı diye, motorda da durum böyle olmalı. kaza halinde birbirimizle ilgilenmemiz gerekeceği için bu sorumluluğu en aza indirgeyeceğimiz bir şekilde yolculuk yapmak çok daha doğru geliyor bana, neyse bu konuda biraz doluyum ama kimseye de derdimi anlatamıyorum..) minik parantez de pek minik olmadı evet. :)

yola yavaş yavaş koyulduk, okan'ın daha önce benimle sürmüşlüğü var. ama bu sürüş o arabalı, ben de motorluyken, hem de motoru ilk aldığım zamanlarda olmuştu ve haliye pek yorulmuştu aynaya bakmaktan; o yüzden bu sürüşümüzde hazır ikimiz de motorluyken önden gitmemi istedi, "gözümün önünde ol, aklım kalmasın" dedi. seve seve kabul ettim. onun aklının kalıcağını bilmek beni daha çok gerebilir yolda.

istanbul'un çok çirkin havalı bir günü, etraf soğuk, hava arada atıştırıyo, motorda daha bir soğuk. baran'ın kafasındaki kask o kadar küçük geliyo ki ona gözleri nerdeyse birleşicek!
biraz yol aldıktan sonra sinyal verip sağa çektim, nasıl olduklarını merak ediyorum, hava buz, üşümüş olmaları lazım, baran'ın da gözleri pörtlemiş zaten. :) iki saniye molanın ve muhabbetin ardından yola devam ediyoruz.


şile yolu çok keyifli, hafiften yağmur atıştırdığı için çok hızlı da gitmiyoruz. hızlı gitmemek benim için sorun değil zira tam ekipmanlıyım ama onlar donuyor olmalılar bence.

şile'yi geçince yol baya bir genişliyor, orda da sağa çekiyorum. biraz duruyoruz, sigara molası, gidiceğimiz yeri arayıp yol tarifi almak derken 10 dakika kendimize geliyoruz.

bence işin keyifli kısmı burdan sonra başlıyor. şile'den sonra ağva'ya doğru giden yol bir dağ yolu. virajlarla, yeşilliklerle dolu. biz gecenin karanlığında gittiğimiz için ne yeşillik ne de
etrafta olan biteni görüyoruz. ama burası benim için ayrı bir keyifli. okan'ı düzenli olarak aynamdan takip etmek dışında yaptığım tek şey farlarımın aydınlattığı virajları almak,
eğitimlerde öğrendiğim gibi o saatte sağdan soldan çıkabilicek hayvanlara karşı tetikte olmak ve bu dağ yolunun keyfini çıkartmak.

sanırım okan önde, ben arkada gitseydim bu kadar keyif almazdım. arada kendimi tek başıma o yollarda gidiyor gibi hissettiğim için ayrı bi yeri var bende ve de hem gece, hem de keyfine uzun yol olarak yaptığım ilk yol olduğu için başka bir yeri var. :)

tabelaları takip ederek gidiceğimiz köye (akçakese) ve kalıcağımız mekana varıyoruz.

bundan sonrasını çok uzun anlatmıycam. gündüzki telefon konuşmamızda öğrendiğim kadarıyla mekanda her cuma akşamı fasıl oluyormuş zaten, biz vardığımızda saat 8'i geçiyordu, eşyalarımızı kalıcağımız karavana attık (bungalovlar dolu olduğu için karavanda yer olduğunu söylemişti mekan sahibi ve ben biraz da buna tav olmuştum zaten) ve hemen akşam yemeğini yiyeceğimiz masaya yöneldik.

benim tek istediğim rakıların hızlı gelmesi idi. :)

mekan karadenizin dibinde. göremediğimiz, sesini gürültüsüyle duyduğumuz bir yerlerde deniz horulduyor. yanına gitmemiz lazım. o kadar kocaman dalga seslerini duyalı çok zaman olmuş.
o kadar zaman olmuş ki kimi zaman yoruyor bile. biraz demlendikten, karınlarımızı doldurduktan ve fasıl saçmalamaya başladıktan sonra biralarımızı alıp sahile gidiyoruz. ve orda saatler geçiyor.

"yok canım dalga buraya kadar gelmez" derken oturduğumuz yerde donumuza kadar ıslanmalarımız (çoğul konuşuyorum ama bu çok kişiler içinde okan yok elbet, akıllı adam, kıçını yere koymadı :),
ayakkabılarımızı çıkartıp ayaklarımızı buzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzz gibi suya koymamız, yıldızları teknolojiyle anlamaya çalışıp teknolojinin saçmaladığını kendimize ispat etmemiz derken baya bir saati sahil kenarında, deli gibi öten dalgalarla geçirdik.

yorulunca karavanın önüne gidip orda da içmeye devam ederek saati 3,5 yaptık sanırım.

insanın arada kendine böyle teneffüs zamanları yaratması çok keyifli. bunu motor gibi her şeyi hissettiğiniz, gördüğünüz, içinde olduğunuz bir araçla yapmak ayrı bir keyifli.

yolda olmak güzel, akşam saatinde o gittiğimiz virajlı yolların hiç bitmesini istemedim aslında. hayat gibi işte yolda olmakta, ya da hayata bakış gibi. yolda neler olucağı, neler hissediceğim, gidiceğim yere varmaktan daha önemli bana göre.

son paragrafı şimdilerde okudğum "zen ve motosiklet bakım sanatı" kitabının başlarında yer alan ve en sevdiğim paragrafa ayırmak istiyorum:

"motosiklette gezerken her şeyi, öteki araçlardayken gördüğünüzden tümüyle farklı görürsünüz. arabayla gezerken hep kapalı bir yerdesinizdir ve alışık olduğunuzdan, araba penceresinden gördüklerinizin televizyondakilere benzediğini fark etmezsiniz. pasif bir gözlemcisinizdir ve sizinle birlikte giden sıkıcı bir kafes içindesinizdir.

motosiklette bir kafes yoktur. her şeyle doğrudan temastasınızdır. artık izlemekten öte, sahnedesinizdir, bunu kuvvetle hissedersiniz. ayağınızın 10 santim altında vızıldayan asfalt gerçektir, her zaman üzerinde yürüdüğünüz şeydir, oradadır; öyle flulaşır ki gözünüzü üzerinde odaklayamazsınız ama istediğiniz an ayağınızı aşağı indirip ona dokunabilirsiniz ve dolaysız bilinciniz hiçbir şey, hiçbir ayrıntıyı kaçırmaz."