17 Mart, 2008

başlangıç..

bir pazar sabahı, kahvaltı için arabaya atlayıp deniz kenarına gitmeyeli ne uzun zaman olmuş..

ortaköyü geçip, arnavutköy, bebek taraflarına ilerlerken hep aklımda aynı cümle çınlıyor: "bu güzelim yerlerin sefasını hep yabancılar sürüyor".. kıskanmıyorum ama içimden ince bi küfür de sallamıyorum değil hani..

pazar sabahı + kahvaltı + güneş.. felaket üçlü. yollar tıklım tıklım. neyse ki arabada çok güzel sohbetteyiz, lounge fm'i de açmışız, yol olsun da bi yerlere götürsün yeter derdindeyiz.
insanlar sahile atmışlar kendilerini, her taraf balık tutanlarla kaynıyor. arabada kulak kaptırmaktan bahsediyoruz oltalara. bir de benim de birgün bunu yapmak istediğimden, ama galata köprüsünde. bu işin asıl yerinde..

evden çıkmadan içmişim iki tane türk kahvesi. bir yandan yerimde duramıyorum ama neyse ki şekerin verdiği toklukla aç da değilim. çünkü belli yolumuz uzun. kahvaltıcıların önü tıklım tıklım, otoparkçılar gergin, birbirlerine bağırıyorlar. hiç sevmiyorum kalabalık ve koşturmacalı yerleri. kendileriyle birlikte beni de geriyorlar. mekana otursan yoldan geçenlerin gürültüsünden, trafikten, bağıran çağıranlardan ve de senin yerine geçmeyi bekleyen kalabalıktan dolayı huzurlu bi kahvaltı edemezsin..

ilerliyoruz, aslında ikimizde buraları pek bilmiyoruz. ama amaç birlikte vakit geçirmek olunca çok da sorun değil bu.. baltalimanı derken -ki ben o sırada baltalimanından ilerde bişey yok sanıyordum- istinyeye varıyoruz.. içimden oh diyorum evet burası vardı, inceden eski foçaya benzetirim hep burayı..
tamam diyoruz, lop diye de park yeri buluyoruz. etraf motor kaynıyor. yaz geldi tabii herkes piyasada artık.

denizin kenarındaki bir kafeye oturuyoruz. ama hangi beyinsiz o kafenin sandalye ve masalarını aldıysa kendisine okkalı bir küfür fırlatıyorum çünkü hepsi metal ve tepemizdeki güneş yüzünden inanılmaz rahatsız edici bir yansıma yapıyorlar. hemen koşuyorum bir gazate alıyorum ve piknik usulü gazeteyi masaya seriyorum, başka türlü başedilebilecek gibi değil çünkü. kafede yiyecek olarak sadece tost var ve mayonezleri de yok.. gidip bakkaldan bir mayonez alsam hediye etsek diyorum ama bu sevdadan kısa sürede vazgeçiyoruz. tostlar gelene kadar masada unutulmuş bir pazar paparazzi dergisinden en mantıklı sayfayı açıp onu da önümüze seriyoruz..

tostlar mis, çay rezalet. 5. yüzyıldan kalmış gibi tadı. ben kendimi sudokuya veriyorum. çözmeden rahatlamıycam. o sırada yan masamızdaki motorcu amcalar geyik yapıyorlar bağıra çağıra. herşeyden bahsedebiliyorlar iki dakikada.. gidip iki tane ağızlarına çakasım geliyor çünkü sanki mekanda sadece onlar varmış gibi rahatsız edici bir desibelde konuşuyorlar.. neyse diyoruz, türk kahvesi içelim bari.. o da geliyor. en azından onu güzel yapmışlar.

çişim geliyor, tuvalet yok. karşıda bir benzin istasyonu, orayı öneriyorlar. hesabı ödeyip biraz sahilde dolanırız düşüncesiyle tuvalete yöneliyoruz. ama önümde bekleyen 2 türbanlı teyzeyle işim zor gibi. arkama da çocuklu bir teyze geliyor.. türbalıların işi uzun sürdüğü için çocuğa acıyıp sıramı da ona veriyorum ve böylece 20 dakikada tuvalet meselesini halletmiş oluyoruz. 3 kişinin 20 dakikada tuvaletini yapmasıyla burdaki insanların tuvalet merasimlerinin fazlaca uzun olduğunu anlıyoruz.

devamı biraz sahil yürüyüşü, bira alıp arabaya atlayıp baltalimanının ordaki denizfenerine gidip onları içmek, istanbul'a bakmak, sohbet etmek ve böylece akşamı etmekle sürüyor.