29 Kasım, 2010

abant günlüğü 2

sevgili günlük,

beni biraz tanıyanlar etrafımdaki herşeyle konuştuğumu bilirler. geveze bi insan kesinlikle değilim ama alet edavatlarımla konuşmak gibi bi huyum var.
bilgisayarımla, elektrik süpürgesinin ucuyla, yatağımla, diş fırçamla aklına gelebilicek herşeyle konuşuyorum. her zaman yüksek sesle değil ama içimden bişeyler söylediğim çok oluyor.

motorda da durum farklı değil tabii. bi tarafından ses geldiğinde, benzinin azaldı canım benim ışığı yandığında, gerizekalı bi insan saçma sapan bi hareket yaptığında hep aletle konuşuyorum. bugün de bunun bokunu çıkardım tabii. :)

nedense sabahın 7sinde dikildim. klasik olarak 'temiz hava'ya bağlayalım bunu, tamam. güzel bir kahvaltı, yanında pansiyonun sahiplerinin etraftaki köylüler hakkında
dedikodusu bedava. bilmemneredeki sabiha kişisinin bizim pansiyonun başı kapalı işletmecisine "ya saçlarını bi açsana, hiç görmedik o güzel saçlarını" diyerek topluluk içinde
onların deyimiyle aşağılamaya çalışmış olduğunu ve bu tarz durumlarda bu sabiha'nın çıban başı, içi kötülük dolu olduğunu biliyorum artık. arada kendimi önümde duran sucuklu yumurtaya kaptırdığım çok açlık anlarını hatırlamıyorum.

kahvaltının ertesinde odaya geri dönüş. yahu amma soğuk odanın içi de, bu köylüler soğuğa alışkınlar tabii ısıtıcıyı açmamışlar derken aslında odadaki peteğin kapalı olduğunu keşfetmemle
birlikte önce bunu daha önceden düşünmüş olmamanın verdiği salaklık hissime sonra da örtünün altında odanın ısınmasını bekleme kısmına geliyoruz. bunu da başarıyla atlattıktan sonra acaba şimdi mi çıksam motorla, yoksa biraz tembellik yapıp akşama doğru mu çıksam derken kendimi giyinmiş ve motorun üstünde buluyorum.

çok geç bi saat olmadığı için yol boş. 10 km sonra abantın giriş kapısına varıyorum. normalde motorlara 4 lira olan giriş ücretini kapıdaki amca eliyle "geç geç" işareti yaparak ödememi istemiyor. tamam diyip, gülümseyip devam ediyorum. kaskın içinden gülümseyip gülümsemediğimi ne kadar anladı ki acaba, ama elmacık kemiklerimin yukarı çıktığını, gözlerin de çizgiye dönüştüğünü görmüştür heralde.. keşke teşekkür kornası yapsaydım. onu da hep beceremiyorum ki. bazen ayarını kaçırıp olması gerekenden uzun basıyorum, başka bişey anlıyo millet. ah bmw, o kocaman korna basma tuşu anca küfür ediceğimde çok işime yarıyo. avcumun alt iç tarafıyla bi gömüyorum o sinirle, bas basabildiğin kadar.

abant gölü etrafında iki seçeneğiniz var. gölün tüm çevresini turlayabiliceğiniz bir yol yapmışlar. ya orayı aracınızla geçersiniz ya da yürürsünüz. diğeri de mudurnu tabelalarını takip etmek ve güzel bi dağ yolunu geçmek. ben tabii mudurnu neresidir nedir bilmiyodum ama daha tenha ve virajlı olduğunu az da olsa kestirmem üzerine oraya doğru saptım..

bu yol korrrrkunç keyifli. 80 kere durup fotoğraf çekmek, motoru toprağa sokmak, biraz ayakta kullanmak, vaaay o çukuru da şöyle geçiyormuş, taş da şöyle dengeyi bozuyormuş diye diye parkta oyun oynayan minik çocuklar gibi saatler geçirdim orda. bu esnada da yol birden mudurnu'ya vardı.

bu mudurnu bildiğimiz mudurnu pilicinin mekanı. küçücük bir yer. çoook eski konaklarla dolu. motoru bir yere park ettikten sonra hemen kendimi meydandaki kafeye attım. biraz soluklandım, sonra sıra konakları gezmeye geldi. çoğu kapalıydı, bir de gerçekten çok ufak bir yer olduğu ve ben üstümde motor kıyafetleriyle çok göze battığım için pek fazla durmadan göle dönüş yoluna geçtim.

geldiğim yolu gerisin geri, yine keyifle alarak göle ulaştım bu sefer. gölün kenarında "gazino" diye bir yer var. aslında içerisi ağzına kadar doluydu, yer yok zannettim ama biraz gerilere gidince aslında gölün dibinde kimsenin oturmak istemediği bir masa buldum. benim gibi asosyal kişilikler için bulunmaz nimet. :) oraya kurulup hemen biramı istedim. bira, 3 parçadan oluşan pirzola ve akşama saklarım diye sipariş ettiğim paçanga böreklerine 30 küsur lirayı bayılıp kitabımı okumaya koyuldum.

akşamı edince artık dönmem gerektiğini düşünüp pansiyoncuğuma ve sıcak odama döndüm..

gerisi klasik.. odada sıkıl, 1-2 bira iç, bişeyler oku, uyu.. ve sabah kahvaltının üstüne geri dönüş yolculuğu.


anladım ki geçtiğim yoldan tekrar geçmeyi sevmiyorum. zaten otoban, zaten bayramdan önceki son tatil günü, trafik dolu.. baya yorucu bir dönüş yolu oldu. bir de yoldan eve uğramadan direk işe gitmem gerekince pek güzel bir sonlandırma olduğunu söyleyemem.

fakat şuna bir kere daha emin oldum ki, istanbul gerrrrçekten motorlar için bir cehennem. ne kadar eğitim almış da olsak, dikkatli de olsak hayatta kalmamız biz sürücüler için bir mucize..

neyse ama ilk kendi turumu böyle bitirmiş oldum. :) şimdi hava bozmadan becerebilirsem bir sonraki tur tekirdağ taraflarına.

not: motorcuğumla samimiyetimi arttırdığım bu yolculukta gerçekten yol katetmişiz gibi hissediyorum (hahaha kelime oyunlu cümle :p). toprağa girmek, uzun süre motorun tepesinde kalmak, gıkı çıkmadan benimle her saçmalığıma dayanmış olması sebebiyle kendisini daha bir farklı seviyorum artık. millet böyle tatillere sevgilileriyle, birbirlerini daha iyi tanımak, yalnız vakit geçirmek, biraz başbaşa kalmak amacıyla çıkarlar; benim tüm bunları motoruma yükleyerek çıkmış olmam yazının başında bahsettiğim eşyalarla, aletlerle iletişim kurma alışkanlığımdan kaynaklanıyor sanırım.

kaprissiz, gayet eğlenceli vakit geçirerek yaptığımız bu yolculukta yanımda olduğun için teşekkür ederim lucille. :)