hani böyle bazen şey olur.. beklentilerin ve karşına çıkanlar başka başka olurlar.. bir de ister istemez uyum sağlamak zorunda kalırsın varolana. hem "o zaman kendimi böyle deniyim" diyerek, hem de olanı kaçırmamak için. çok arada hissediyorum kendimi öyle olunca.
aklındaki ve gerçekteki birbiriyle tutmayınca delirme nerde başlıyor acaba..
24 Aralık, 2008
24 Kasım, 2008
bazen müziğe inancımı kaybediyorum.. lisede o çok sevdiğim şarkılar radyoda çıktıklarında heyecandan ölürdüm.. kalbimin çarpma hızını şimdi bile hatırlıyorum. artık yok.. şarkıları denk gelirsen, radyodan kasede kaydetmek gerekirdi dinlemek için ki bu da hiçbir şekilde dank diye radyoda karşına çıkmasının hazzını vermezdi.
hala da vermiyor.
bir süre sonra radyoda karşıma çıkan şarkılardan zevk almadığımı farkettim. ya da zevk aldığım şarkı kalmamıştı artık. ki bu çok korkutucuydu. bu beni iki yere götürdü, -sevgilinden ayrılmak gibi- artık sevebileceğim şarkıların bittiğini sandım, ya da artık müziğe olan sevgimi ve heyecanımı kaybettiğime.. uzun süre direnmeme rağmen bir türlü gitmedi bu his.. kesinlikle müzik sevgimi kaybetmiştim.. dinlediği bin şarkıdan sadece 5'inde mi heyecanlanır insan.. sonra seçimlerimin daralmasına, benim büyümeme ve haz aldığım şarkıların şeklinin değişmesine bağladım bunu. artık az sonra ne melodi geleceğini bildiğim şarkılardan hoşlanmıyordum. tabii ki istisnalar vardı, her zaman olacak ama hem radyo dinlemekten uzaklaşmadıysam hem de müzik dinlemekten kopmadıysam sorun bende değil çalan şarkılarda olmalıydı. çalınan!
hala çok ender heyecanlanıyorum radyoda.. ya çooook özlediğim bir şarkı çalarsa, ya da ne zamandır adını hatırlayamadığım ve haliyle bulamadığım bir şarkıda..
sonra bazen kendi arşivimden bişeyler dinlerken lap diye çıkan şarkıda sevindiğimi farkettim. herhangi bir albümün içinde "aaaa evet bu şarkıda çok mutlu olurum ben" ya da bir toplama albümde "aaa sevdiğim o şarkının böyle bir versiyonunu mu kaydetmişler" diyerek yerimden hopladığımı görmek en azından yaşadığımı hissettiğim önemli anlardan..
örnek: yavuz çetin - sadece senin olmak
hala da vermiyor.
bir süre sonra radyoda karşıma çıkan şarkılardan zevk almadığımı farkettim. ya da zevk aldığım şarkı kalmamıştı artık. ki bu çok korkutucuydu. bu beni iki yere götürdü, -sevgilinden ayrılmak gibi- artık sevebileceğim şarkıların bittiğini sandım, ya da artık müziğe olan sevgimi ve heyecanımı kaybettiğime.. uzun süre direnmeme rağmen bir türlü gitmedi bu his.. kesinlikle müzik sevgimi kaybetmiştim.. dinlediği bin şarkıdan sadece 5'inde mi heyecanlanır insan.. sonra seçimlerimin daralmasına, benim büyümeme ve haz aldığım şarkıların şeklinin değişmesine bağladım bunu. artık az sonra ne melodi geleceğini bildiğim şarkılardan hoşlanmıyordum. tabii ki istisnalar vardı, her zaman olacak ama hem radyo dinlemekten uzaklaşmadıysam hem de müzik dinlemekten kopmadıysam sorun bende değil çalan şarkılarda olmalıydı. çalınan!
hala çok ender heyecanlanıyorum radyoda.. ya çooook özlediğim bir şarkı çalarsa, ya da ne zamandır adını hatırlayamadığım ve haliyle bulamadığım bir şarkıda..
sonra bazen kendi arşivimden bişeyler dinlerken lap diye çıkan şarkıda sevindiğimi farkettim. herhangi bir albümün içinde "aaaa evet bu şarkıda çok mutlu olurum ben" ya da bir toplama albümde "aaa sevdiğim o şarkının böyle bir versiyonunu mu kaydetmişler" diyerek yerimden hopladığımı görmek en azından yaşadığımı hissettiğim önemli anlardan..
örnek: yavuz çetin - sadece senin olmak
21 Kasım, 2008
bir aşk hiyakesi..
dün, taşındıktan sonra ilk kez eski evime gittim.. 6 sene oturduğum, son gecemde sabahın 9'una kadar balkonunda ağladığım ve aslında içten içe bir gün bir şekilde geri döneceğimi düşündüğüm eve....
elektriği üzerimden attım, onu söylemek istedim ki problem olmasın yeni kiracılara.. kapıya kadar gitmişken her zamanki gibi çenemi tutamayıp "size biraz evi anlatayim mi" deyip anlatmaya başladım, ev sahibi hakkında dedikodu yapmaya başladığımı farkedince de eve daldım.. sanki kendi evim hala..
neyse anlattım da anlattım, şurasında şöyle problem var, apartmandakiler şöyle, ev sahibi şöyle, mahalle şöyle diye uzuuuun bir brifing verdim..
asıl hikaye eve girince hissettiklerim...
şimdiye kadar hep bir şekilde eve geri dönecekmişim gibi hissettim, ne kadar başka evlerde yaşasam da sanki o ev bir gün beni geri alacakmış gibi.. fazla duygusal bağ.. 6 senemi geçirdiğim eve adımımı atar atmaz buz kestim.. duvarların rengi değişmiş, yeni mobilyalar, yeni bir format.. sanki birisi gelmiş, benim eşyalarımı dışarı atmış ve kendi eşyalarını yerleştirmiş.. ve ben orda yaşamak zorundayım..
karanlık dolaplar, koyu kahverengi bi mineflo, alışık olduğum düzenin aksine bir yerleşim.. ve ardından his:
ben evi aldattım.. ev bana kırgın sanki.. rica edip balkona çıktım.. manzaraya son bir kez bakmak, yeşili görmek, zeminin buz gibiliğini hissetmek ve kapısını kendim kapatmak için..... senelerce hayran olduğum, tüm balkonu saran sarmaşığı kesmiş alt komşu gidişimin ardından.. balkon yeşilsiz, sadece kurumuş yapraklar.. kapıyı kapatırken eskiden yerdeki potluk yüzünden bir tereddüt ederdi kapı, çok azıcık zorlaman gerekirdi.. o da gitmiş, yine takılacak sanarak ittirdim kapıyı ve kaymak gibi kapandı.. bir saniye durdum, gözlerim doldu ve gitme zamanı.. ev yine bana kırgın.. daha fazla duramadım ve bişeyler daha saçmalayıp kaçtım evden..
kendi odama giremedim bile, sadece yarım gözle bakabildim..
şimdi şimdi anlıyorum, aslında yüzleşmek iyiydi.. evin elbette hayatına devam ettiğini görmek, ona yüklediğim milyonlarca anlamın saçmalık olduğunu gözümle tecrübe etmek..
hep kızıyorum kendime, eşyalarla, maddelerle duygusal bağ kurma diye.. ev ne de olsa, üstüne yazı yazabilecek kadar çok şey hissedememelisin ona. aslında kurduğum tüm bağlantı geçmişim ve hatıralarım. sanki kendimi aldatıyorum aslında, geri döneceğimi sandığım şeyler de 6 sene boyunca yaşadığım anılar.. her türlüsü.. küçücük olan odada sabahlara kadar dinlediğim aynı şarkı, diğer odada dönen muhabbetler, ara yerin geçirdiği evrim.. ve eve gelenler gidenler, ev arkadaşları, arkadaşlıklar, sevgililer.. kalanlar.. ve benim değişmekten korkum...
bu yeni evde de anılarım olacak, belki eskisi gibi burdan da taşınırken ağlıycam.. mekanları yapan bizleriz, benim gibi şapşallaşıp anılarının yükünü isteyerek sırtına alanlar da..
hoşçakal..
elektriği üzerimden attım, onu söylemek istedim ki problem olmasın yeni kiracılara.. kapıya kadar gitmişken her zamanki gibi çenemi tutamayıp "size biraz evi anlatayim mi" deyip anlatmaya başladım, ev sahibi hakkında dedikodu yapmaya başladığımı farkedince de eve daldım.. sanki kendi evim hala..
neyse anlattım da anlattım, şurasında şöyle problem var, apartmandakiler şöyle, ev sahibi şöyle, mahalle şöyle diye uzuuuun bir brifing verdim..
asıl hikaye eve girince hissettiklerim...
şimdiye kadar hep bir şekilde eve geri dönecekmişim gibi hissettim, ne kadar başka evlerde yaşasam da sanki o ev bir gün beni geri alacakmış gibi.. fazla duygusal bağ.. 6 senemi geçirdiğim eve adımımı atar atmaz buz kestim.. duvarların rengi değişmiş, yeni mobilyalar, yeni bir format.. sanki birisi gelmiş, benim eşyalarımı dışarı atmış ve kendi eşyalarını yerleştirmiş.. ve ben orda yaşamak zorundayım..
karanlık dolaplar, koyu kahverengi bi mineflo, alışık olduğum düzenin aksine bir yerleşim.. ve ardından his:
ben evi aldattım.. ev bana kırgın sanki.. rica edip balkona çıktım.. manzaraya son bir kez bakmak, yeşili görmek, zeminin buz gibiliğini hissetmek ve kapısını kendim kapatmak için..... senelerce hayran olduğum, tüm balkonu saran sarmaşığı kesmiş alt komşu gidişimin ardından.. balkon yeşilsiz, sadece kurumuş yapraklar.. kapıyı kapatırken eskiden yerdeki potluk yüzünden bir tereddüt ederdi kapı, çok azıcık zorlaman gerekirdi.. o da gitmiş, yine takılacak sanarak ittirdim kapıyı ve kaymak gibi kapandı.. bir saniye durdum, gözlerim doldu ve gitme zamanı.. ev yine bana kırgın.. daha fazla duramadım ve bişeyler daha saçmalayıp kaçtım evden..
kendi odama giremedim bile, sadece yarım gözle bakabildim..
şimdi şimdi anlıyorum, aslında yüzleşmek iyiydi.. evin elbette hayatına devam ettiğini görmek, ona yüklediğim milyonlarca anlamın saçmalık olduğunu gözümle tecrübe etmek..
hep kızıyorum kendime, eşyalarla, maddelerle duygusal bağ kurma diye.. ev ne de olsa, üstüne yazı yazabilecek kadar çok şey hissedememelisin ona. aslında kurduğum tüm bağlantı geçmişim ve hatıralarım. sanki kendimi aldatıyorum aslında, geri döneceğimi sandığım şeyler de 6 sene boyunca yaşadığım anılar.. her türlüsü.. küçücük olan odada sabahlara kadar dinlediğim aynı şarkı, diğer odada dönen muhabbetler, ara yerin geçirdiği evrim.. ve eve gelenler gidenler, ev arkadaşları, arkadaşlıklar, sevgililer.. kalanlar.. ve benim değişmekten korkum...
bu yeni evde de anılarım olacak, belki eskisi gibi burdan da taşınırken ağlıycam.. mekanları yapan bizleriz, benim gibi şapşallaşıp anılarının yükünü isteyerek sırtına alanlar da..
hoşçakal..
29 Temmuz, 2008
kaygan zemin
motor güzel bi ulaşım aracı. kimi zaman da güzel bi mahsur kalma aracı..
gece 2 gibi "nasılsa aşağı inip motoru kilitliycem abi, kitlemek için inmişken bi tur atmak da fena olmaz" diye gaza gelen ben msnden zoban'ı dürter..
- hadi dolaşmaya çıkalım..
- burda yağmur bardaktan boşalıyo..
- aaa ciddi misin yatar o zaman.. daha uyanık mısın belki ilerleyen saatlerde çıkılabilir..
- uyanığım evet..
amaç çorba içmek..
1 saat sonra tekrar dürterim, bu esnada bizim tarafta iki kere elektrikler gider, kendimi oyuna veririm, mum hep yanıyor nasılsa. ikimizin olduğu yerlerde de yağmur yok. yerler kayar mı kaymaz mı, çevirme var mıdır yok mudur, ben yolları nasıl bulurum derken zoban'ın gazıyla polarımı giyip fotoğraf makinamı yanıma alıp 3:40 gibi yola çıkıyorum. etiler sapağına girince arıycam..
tıngır teknolojisiyle 40'dan fazla yapmadan sırılsıklam yollarda ilerliyorum. iyi ki polar giymişim ama eller donmakta.. zincirlikuyu'nun ordaki alt geçitten geçtikten sonra yanımda geçen motor kornasına basıp eliyle "süper abi" işareti yapıyor. iki kişiler.. ben kişisi henüz trafik diline alışkın olmadığı için ne yapıcağını bilemeyerek, motorda bi sorun mu var acaba, sinyalimi mi açık unuttum gibi soruları eledikten sonra adamın aslında sadece selam verdiğini farkedip yola devam ediyorum. bu gibi durumlarda benim de minik bi korna basmam gerektiğini iş işten geçtikten sonra anlıyorum ama tabi.. yaşasın motor kardeşliği !
sapağa girince arıyorum zoban'ı ve akmerkeze doğru yol alıyorum. akmerkezin önüne çektiğimde pat diye yanıma güvenlik görevlisi geliyor:
- nasıl yardımcı olabilirim?
- yardıma ihtiyacım yok arkadaşımı bekliyorum.
adam suratıma anlamaz bi ifadeyle bakıp orda beklemememi ve ilerde taksinin yanına çekmemi salık veriyor. taksi bildiğin caddenin ortasında.. bu gözlemimi kendisiyle de paylaşınca bana hak veriyor ve hiçkimseye ait olamıycak kaldırımın orda beklememe izin veriyor. ama bi yandan da elindeki telsizle bu durumu birilerine bildiriyor.
bi sigara içimi süresinde zoban geliyor, başlıyorum onu takip etmeye. arada yavaşladığında yanına gidiyorum, aynı hızda giderek muhabbet ediyoruz. bu çok zevkli. :)
sonunda boğaziçi üniversitesinin orda bi tantunici buluyoruz. motorları kapıya bırak, hop içeri. gelsin çorbalar, içli köfteler, çiğ köfte ve et şiş.. bi çorba içelim derken ikimizin de oburluğu tutuyor. :) üstüne türk kahvelerimizi de içip kalkıcaz..
türk kahvesi geldiği esnada yağmur yağmaya başlıyor. hah diyoruz daha burdayız o zaman. "burda" olma halimiz yaklaşık 1 saat sürüyor. yağmurun yağdığı yok, bardaktan boşalıyor resmen. son zamanların klasik "aman abi iyi oluyo, barajlar dolar" dialoğunu kendimizi oyalamak için 3 kere falan yaşadıktan sonra yağmur hafiften azalıyor. giyinip motorlara doğru yollanıyoruz ama hop birden tekrar bastırıyor. geri vites.. biz içeri, gelsin çaylar.. :)
bu sırada tantunicide bir mutlu hal hakim. çalışanlar ve mekanın sahibi olduğu belli olan bir teyze kalfalardan birine yerdeki tozluk gibi şeyleri yıkamasını söylüyor. normalde onları temizlemenin çok zor olduğunu ve hazır yağmur yağarken bunu yapmanın mantıklı olucağını da bize açıklamaya üşenmiyor. bu zorlu görevi üstüne almak zorunda kalan en genç eleman önce bu işi ıslanmadan yapabiliceğine inanmak istiyor.. ne denese biraz biraz ıslanıyor. en sonunda mekanın kapısının önündeki güneşten korunmak amaçlı devasa şemsiyeyi ve yanına bir kişiyi daha alarak temizlik işini biraz mantıklı bir hale getirmeye çalışıyor. bu sırada da mekanda coşkun bir neşe hakim oluyor, sahip teyze yüksek kahkahalar atarken arada gülüyor muyuz diye bizi de kontrol ediyor. :) bu böyle bir yarım saat daha devam ettikten sonra temizleyen çocuk da biz de ıslanma derdini boşverip yağmurla barışıyoruz. şahsen benim zaten bi derdim yok da motordan tırsmaktayım. zoban da öyle.
motoru 40a sabitleyip ilerliyoruz yolda, zoban zaten etiler'de oturuyor ama ben daha cihangir'e gelicem. neyse yağmur yok ortalıkta. o kendi sapağından sapıp beni kaderimle başbaşa bırakıyor ve ilerliyorum..
sonuç:
- muhabbet şahane, çorba bahane..
- otobüslerden nefret ediyorum.
- yayalardan tırsıyorum.
- ıslak zeminde de motor kullanılabiliyomuş.
- "motor değil scooter o.." (bazen tamirci ustaların bile aleti umursamadıkları hissine kapılıyorum, içim acıyor.)
30 Haziran, 2008
izmir ve tv
izmir'e gelince yapıcak bişeyi olmayan her insan gibi tv karşısında gebeşmeye başladım.. özellikle sabahları yayınlanan programlar diziler ne gariplermiş. kavak yelleri, rosalinda (hala böyle dizilerin olduğunu görünce içimi pembe bi mutluluk kapladı istemeden), hatırla sevgili, dedikodu programları, bez bebek, sihirli annem, seda sayan.. haftasonları magazin programları.. tüm programın metni toplasan bi a4 kağıdı geçmezken nasıl da iki saati kakalıyolar millete.. bi yandan söyleniyorum ama bi yandan da tek tek hepsine hakimim şu izmir günlerim boyunca.
bi de tabii ki evlilik programları var ki yakınından bile geçmek istemiyorum.
bi de tabii ki evlilik programları var ki yakınından bile geçmek istemiyorum.
15 Haziran, 2008
saçmala
hani böyle çok sıcak bişeyi hart diye içince dilin yanar ya.. işte öyle durumlarda çok üzülüyorum dilim için. biliyorum ki önümüzdeki birkaç saat boyunca dilimin orası çalışmıycak ve ne yediğim ne içtiğimden hiç bir şey anlamıycam, dilimi sürekli damağıma deydiricem his geri geldi mi diye.. bir süre sonra da unutucam..
bloga böyle sçma sapan şeyleri yazmayı sevdiğimi farkettim, mesela ev arkadaşımın da bi bloğu var, o hep manalı ve güzel şeyler yazıyo oraya. ben böyle havadan sudan saçma sapan şeyler yazınca biraz garip hissediyorum kendimi. amma yüzeysel bi insanım diyip hayıflanıyorum arada. o da geçiyo sonra.
bi de gece dışarı çıkıp öküz gibi sürekli sigara içtiğimin ertesi sabahı boğazımın şişmiş olmasına çok üzülüyorum. dilimin arka tarafı da bi garip oluyo öyle durumlarda. büyüyo sanki dilim. bugün dilimle alıp veremediğim ne acaba.. yabancılaştım zaten..
uyandığımdan beri saate bakmadım ne güzel.
bloga böyle sçma sapan şeyleri yazmayı sevdiğimi farkettim, mesela ev arkadaşımın da bi bloğu var, o hep manalı ve güzel şeyler yazıyo oraya. ben böyle havadan sudan saçma sapan şeyler yazınca biraz garip hissediyorum kendimi. amma yüzeysel bi insanım diyip hayıflanıyorum arada. o da geçiyo sonra.
bi de gece dışarı çıkıp öküz gibi sürekli sigara içtiğimin ertesi sabahı boğazımın şişmiş olmasına çok üzülüyorum. dilimin arka tarafı da bi garip oluyo öyle durumlarda. büyüyo sanki dilim. bugün dilimle alıp veremediğim ne acaba.. yabancılaştım zaten..
uyandığımdan beri saate bakmadım ne güzel.
04 Haziran, 2008
iş mi okul mu ?
yerime duramıyorum.. durup durup kendi kendime ellerimi çırpıyorum, içimden bi sevinç dalgası geçip geçip duruyo. =: )
işlerin bitmesine çok az bir zaman kaldı, yarın bu saatlerde her bitmiş gitmiş, 2 ya da 3 aylık tatil dönemi başlamış olucak. eve gelirken yolda onu düşünüyodum, sanki hala okulda okuyo gibiyim. 9 ay okula git, sıkıl, nefret et, sonra 3 ay tatil yap. sanırım şanslı insanlardanım. şimdiye kadar sadece 2 kere yazın çalışmak zorunda kaldım, o da işler azdı ve çok koymamıştı. çalışırken hala okulda okur gibi olma hissi güzel bi hismiş. :)
işlerin bitmesine çok az bir zaman kaldı, yarın bu saatlerde her bitmiş gitmiş, 2 ya da 3 aylık tatil dönemi başlamış olucak. eve gelirken yolda onu düşünüyodum, sanki hala okulda okuyo gibiyim. 9 ay okula git, sıkıl, nefret et, sonra 3 ay tatil yap. sanırım şanslı insanlardanım. şimdiye kadar sadece 2 kere yazın çalışmak zorunda kaldım, o da işler azdı ve çok koymamıştı. çalışırken hala okulda okur gibi olma hissi güzel bi hismiş. :)
31 Mayıs, 2008
temizlik
şu bilgisayar masalarını toplu tutmanın bir formülü var mı acaba.. ya da evde çöp üretmemenin.. üretmemenin çözümü tüketmemek olabilir. ne kadar felsefi herşey değil mi..
1 saatlik bir temizliğin ardından bilgisayar masamı toplu tutabilmemin süresi sadece 15 dakika. şu anda masamın üstündekileri saysam mesela:
tütsü külleri, sigaramın açılış çöpleri, kimi paketlerin boşları, kahve kaşıkları, bir muz, kültablası, kocaman bir çekiç, ingilizce türkçe sözlük, ipod + kulaklık, çin büfeden gelen yemek yeme zımbırtısı, kimi bardaklar, ayna, yarabandı, kalemler elbette, bir çam ağacı kozası, iki bira kapağı açacağı, bira kapakları, bir şişe su, kolonya, küp şekerler, mızıka, tırnak makası, peçeteler, not defterim..
monitörümün üstünde bazı cdler ve kargaburun..
daha ne olabilir ki zaten..
aldıklarımı yerine koyma huyum olsa böyle olmıycak işler..
temizliğe devam. aslında toplamaya demeli, temizliğe henüz var hal buyken. :)
1 saatlik bir temizliğin ardından bilgisayar masamı toplu tutabilmemin süresi sadece 15 dakika. şu anda masamın üstündekileri saysam mesela:
tütsü külleri, sigaramın açılış çöpleri, kimi paketlerin boşları, kahve kaşıkları, bir muz, kültablası, kocaman bir çekiç, ingilizce türkçe sözlük, ipod + kulaklık, çin büfeden gelen yemek yeme zımbırtısı, kimi bardaklar, ayna, yarabandı, kalemler elbette, bir çam ağacı kozası, iki bira kapağı açacağı, bira kapakları, bir şişe su, kolonya, küp şekerler, mızıka, tırnak makası, peçeteler, not defterim..
monitörümün üstünde bazı cdler ve kargaburun..
daha ne olabilir ki zaten..
aldıklarımı yerine koyma huyum olsa böyle olmıycak işler..
temizliğe devam. aslında toplamaya demeli, temizliğe henüz var hal buyken. :)
11 Mayıs, 2008
ride the snakeeee !!
dünün notlarını aktarmalı:
"kaptanın seyir defterine başlangıç:
bugün motorla ilk uzun yolumu yaptım, keyfine hem de.. sabahın 9:30'unda evden eşyaları yüklenip çıktım, hem motoru denerim, hem de fotoğraf makinasının açılışını yaparım diyerek 6396 km. ile sefere başladım.. şu anda saat 17:25. bu kadar uzun zamandır yolda olduğuma ben bile inanamıyorum. sanki sadece 2-3 saat geçmiş gibi..
sahil yolundan yardırıp kuruçeşme'de ilk mola, makinanın ilk kareleri çimenlerde yayılıp, balık tutanlarla biraz muhabbet, ordan bebek sahil, mert'i aradım gelsin sahilde bana kahve ısmarlasın diye ama illa eve gitmeliymişim, çok kirliymiş, çıkası da yokmuş.. küçük bebek yokuşunun bi yerine kadar ben çıkıcakmışım sonra o gelip alıcakmış beni. yeşil tişörtü ve süper sandaletiyle geldi, motorda beni arkaya ittirdi, önce geçti ve o yokuşu çıkıp "alengirli bi dönemeç var burda, sen yapamazdın burayı" diyip motorun ilk iki kişilik yokuş açılışını yapmış oldu. ( halbuki yapardım ben o dönüşü :)
mert'te iki kahve molası ve bilmemne kanaldaki yemek yapan ingiliz aksanıyla konuşan elemana bir kere daha aşık oluşumun ardından yine yola düştüm. arabalar çok komikler, bi kadını motorun üstünde görünce hemen yol veriyorlar, çok eğleniyorum. gerçi tersi de vardır muhtemelen ama şimdilik iyi gidiyor herşey. :)
küçük bebekten sonra, baltalimanı falan derken istinye'ye ulaştım. geçen sefer oturduğum deniz kenarındaki kafeye oturup çay tost ve gazete yaptım. bu sefer masaların üstüne şemsiye germeyi akıl etmişler de huzurla keyfime bakabildim. biraz yürüdüm sonra, babamla telefonda konuştum:
- bak şimdi bunları yap, ilerde evlenince çocukların olunca yapamıycaksın, dedi.
ben de:
- işler biraz ters ilerliyo baba bende, bunları yaptıkça evlenesim, çocuk sahibi olasım falan iyice kaçıyo..
.. şeklinde komik bir dialog yaşadık. :)
biraz yürüdükten sonra geçen sefer ilerlere gitmeye üşendiğimiz yerlere bu sefer motorla kaçiyim dedim ve geri döndüm. atladım yolların kartalı motoruma, adını barış'tan öğrendiğim başka semtlere gittim. kireçburnu, sanırım ilersinde de sarıyer. kireçburnunda da sahilde durdum bir ara, önümden sürekli arapça konuşan insanlar geçti, diğer yerlerde ingilizce, fransızca ve italyanca varken burda arapça biraz ilginç oldu. bankta yanıma orta yaşlı bir amca oturdu. sürekli kafası ellerinin arasında yere bakarak düşünüyordu. kendimi yanında kötü hissettim, kimbilir ne sıkıntıları vardı, bense götümün keyfine motorla gezip fotoğraf çekiyordum, çok dayanamadım kalktım hemen.
sarıyer'e yollandım ama öylesine iğrenç bir trafik vardı ki. diğer sahil semtleri gibi değilmiş burası. ilçe olduğu belli, daha kalabalık ve yerleşik, huzursuz. tiksindim trafikte olmaktan hemen geri döndüm. bu arada dolmuşlarla da ilk tanışmamızı yaşamış oldum tabi.. neyse birşey olmadan sakin huzurlu sahilyoluna çıkabildim.
motor 70-80 yapınca korkutuyor beni, sanki tekerleri sağa sola kıpırdıyor ve çat diye yana kayıcakmış gibi hissediyorum. o yüzden 60'ı geçmemeye karar verdim.
dönüş yolu sanki daha uzundu, neden anlamadım. istinyeye varınca istinye park'a gidiyim dedim bir de.. billboardlardaki afişlerini hep çok beğeniyordum bi göriyim dedim. böylece de ilk geniş alana sahip yol tecrübemi de yaşamış oldum..
rezalet bir yermiş istinye park, bi kere açık hava değilmiş, iğrenç bi sıcaklık var içerde, heryer de pahalı dükkanlarla dolu. zaten dün makinaya bayıldığım para sonunda 5 kuruş param kalmamış, bişey almak istesem üstümdekileri çıkart giy derken yarım saat geçer.. altımda yağmurluk gibi bir pantol, askılarını indirmişim yanlara, üstümde bir hırka bir ceket, sırtımda çantam, kenarına asılmış kaskım, omzumda da fotoğraf makinamla pek bi komik kaçtım oraya. yine de sanırım mekandaki en ucuz tişörtü bulup çıkmayı başardım. :)
süper ötesi bi salaklık yapıp motoru nereye park ettiğimi pek hatırlamadığım için otoparkta yarım saat motoru aradım. bi 4 yazısı hatırlıyodum, bir de 28a'mı ne öyle birşey.. ondan da emin değildim. indim otoparka motor yok olması gerektiğini düşündüğüm yerde.. hah dedim çalındı ya da ben bulamıyorum yerini.. dolandım ve dolandım, anladım ki 3. kattayım aslında. 4'e indim, biraz daha dolandıktan sonra buldum, hemen yanına kurulup bir görevliye rastlamama umuduyla sigara yaktım. otoparklarda sigara içiliyor mu onu da bilmiyorum ki..
neyse yola geri döndüm, sahilyoluna çıkiyim derken bilmemne kasrı ve pembeköşk gibi tabelalar görüp oraya saptım, bildiğim kadarıyla belgrad ormanının içinde o mekanlar.. biraz dinlenirim sonra da eve kaçarım dedim. içeri girerken güvenliğin ordaki doberman öyle aniden havladı ki ödüm koptu, bunu da köpeğe yüksek sesle söyleyip ardından kapıdaki güvenlik görevlisiyle gözgöze gelince bir gülüştük ve içeri geçtim. :) motoru park ettim yine saçma bir şekilde ve makinayı çantamı alıp kendime bir masa aramak üzere yukarılara yönlendim. çok güzeldi heryer, yeşil, bahar, kuşlar, sevgililer.. bir piknik masası bulup hemen dağıldım oraya. aslında bu notlar da orda alındılar, bu kadar uzun olmadan tabi.
şimdi gelelim defterime yazdığım günün notlarına:
- güneş gözlüğümü ilk kez yanıma almayı unutmadım ve işe yarar yerlerde kullanabildim. bu bir ilk.
- anladığım kadarıyla hiçbiryerde motordan otopark ücreti alınmıyor ya da bana öyle denk geldi.
- aslında yanımda birisiyle gezmek de zevkli olurdu, iki motor ya da arkamda tuket'le mesela. yakın zaman planım budur.
- kırmızı ışıkta beklerken yeşil yandığında tüm arabalardan önce kalkmak korrrrrrkunç zevkliymiş, sonradan beni geçmeleri önemli değil ama basıp hemen kalkmak harika bişey. bunu çok sevdim. :)))
- altımdaki pantol süper işe yaradı, bacaklarım hiç üşümedi.bu havadan mı (ellerim de üşümedi çünkü) yoksa pantoldan mı henüz bilemiyorum.
- buncaaaaa zamandır motorun arka bagajını açık bırakıyormuşum geceleri falan, istinye park'ın güvenlik görevlisi eliyle açınca anladım, afferim bana. :)
- motoru sabunlu bezle temizlemek üniversiteden öğretmenine denk gelmeye sebepmiş.
- istanbul aslında kimi zaman güzel memleketmiş, cihangir'de oturduğumuza inanamıyorum.
- otoparka motoru bırakınca nereye bıraktığına aklına kazımalıymış insan.
ilk motor maceramın notları böyle işte.. ha bir de trafikte aralardan kaytarırken bir jipin yan aynasına hafifçe dokunmuş olmam ve eşşek gibi bir korna yemiş olmam da var.. yahu dana insan, aynana bişey olsa ben de dururdum heralde di mi, deydim de geçtim hissettiğim kadarıyla. ne değerli malın varmış.. :)
17 Mart, 2008
başlangıç..
bir pazar sabahı, kahvaltı için arabaya atlayıp deniz kenarına gitmeyeli ne uzun zaman olmuş..
ortaköyü geçip, arnavutköy, bebek taraflarına ilerlerken hep aklımda aynı cümle çınlıyor: "bu güzelim yerlerin sefasını hep yabancılar sürüyor".. kıskanmıyorum ama içimden ince bi küfür de sallamıyorum değil hani..
pazar sabahı + kahvaltı + güneş.. felaket üçlü. yollar tıklım tıklım. neyse ki arabada çok güzel sohbetteyiz, lounge fm'i de açmışız, yol olsun da bi yerlere götürsün yeter derdindeyiz.
insanlar sahile atmışlar kendilerini, her taraf balık tutanlarla kaynıyor. arabada kulak kaptırmaktan bahsediyoruz oltalara. bir de benim de birgün bunu yapmak istediğimden, ama galata köprüsünde. bu işin asıl yerinde..
evden çıkmadan içmişim iki tane türk kahvesi. bir yandan yerimde duramıyorum ama neyse ki şekerin verdiği toklukla aç da değilim. çünkü belli yolumuz uzun. kahvaltıcıların önü tıklım tıklım, otoparkçılar gergin, birbirlerine bağırıyorlar. hiç sevmiyorum kalabalık ve koşturmacalı yerleri. kendileriyle birlikte beni de geriyorlar. mekana otursan yoldan geçenlerin gürültüsünden, trafikten, bağıran çağıranlardan ve de senin yerine geçmeyi bekleyen kalabalıktan dolayı huzurlu bi kahvaltı edemezsin..
ilerliyoruz, aslında ikimizde buraları pek bilmiyoruz. ama amaç birlikte vakit geçirmek olunca çok da sorun değil bu.. baltalimanı derken -ki ben o sırada baltalimanından ilerde bişey yok sanıyordum- istinyeye varıyoruz.. içimden oh diyorum evet burası vardı, inceden eski foçaya benzetirim hep burayı..
tamam diyoruz, lop diye de park yeri buluyoruz. etraf motor kaynıyor. yaz geldi tabii herkes piyasada artık.
denizin kenarındaki bir kafeye oturuyoruz. ama hangi beyinsiz o kafenin sandalye ve masalarını aldıysa kendisine okkalı bir küfür fırlatıyorum çünkü hepsi metal ve tepemizdeki güneş yüzünden inanılmaz rahatsız edici bir yansıma yapıyorlar. hemen koşuyorum bir gazate alıyorum ve piknik usulü gazeteyi masaya seriyorum, başka türlü başedilebilecek gibi değil çünkü. kafede yiyecek olarak sadece tost var ve mayonezleri de yok.. gidip bakkaldan bir mayonez alsam hediye etsek diyorum ama bu sevdadan kısa sürede vazgeçiyoruz. tostlar gelene kadar masada unutulmuş bir pazar paparazzi dergisinden en mantıklı sayfayı açıp onu da önümüze seriyoruz..
tostlar mis, çay rezalet. 5. yüzyıldan kalmış gibi tadı. ben kendimi sudokuya veriyorum. çözmeden rahatlamıycam. o sırada yan masamızdaki motorcu amcalar geyik yapıyorlar bağıra çağıra. herşeyden bahsedebiliyorlar iki dakikada.. gidip iki tane ağızlarına çakasım geliyor çünkü sanki mekanda sadece onlar varmış gibi rahatsız edici bir desibelde konuşuyorlar.. neyse diyoruz, türk kahvesi içelim bari.. o da geliyor. en azından onu güzel yapmışlar.
çişim geliyor, tuvalet yok. karşıda bir benzin istasyonu, orayı öneriyorlar. hesabı ödeyip biraz sahilde dolanırız düşüncesiyle tuvalete yöneliyoruz. ama önümde bekleyen 2 türbanlı teyzeyle işim zor gibi. arkama da çocuklu bir teyze geliyor.. türbalıların işi uzun sürdüğü için çocuğa acıyıp sıramı da ona veriyorum ve böylece 20 dakikada tuvalet meselesini halletmiş oluyoruz. 3 kişinin 20 dakikada tuvaletini yapmasıyla burdaki insanların tuvalet merasimlerinin fazlaca uzun olduğunu anlıyoruz.
devamı biraz sahil yürüyüşü, bira alıp arabaya atlayıp baltalimanının ordaki denizfenerine gidip onları içmek, istanbul'a bakmak, sohbet etmek ve böylece akşamı etmekle sürüyor.
ortaköyü geçip, arnavutköy, bebek taraflarına ilerlerken hep aklımda aynı cümle çınlıyor: "bu güzelim yerlerin sefasını hep yabancılar sürüyor".. kıskanmıyorum ama içimden ince bi küfür de sallamıyorum değil hani..
pazar sabahı + kahvaltı + güneş.. felaket üçlü. yollar tıklım tıklım. neyse ki arabada çok güzel sohbetteyiz, lounge fm'i de açmışız, yol olsun da bi yerlere götürsün yeter derdindeyiz.
insanlar sahile atmışlar kendilerini, her taraf balık tutanlarla kaynıyor. arabada kulak kaptırmaktan bahsediyoruz oltalara. bir de benim de birgün bunu yapmak istediğimden, ama galata köprüsünde. bu işin asıl yerinde..
evden çıkmadan içmişim iki tane türk kahvesi. bir yandan yerimde duramıyorum ama neyse ki şekerin verdiği toklukla aç da değilim. çünkü belli yolumuz uzun. kahvaltıcıların önü tıklım tıklım, otoparkçılar gergin, birbirlerine bağırıyorlar. hiç sevmiyorum kalabalık ve koşturmacalı yerleri. kendileriyle birlikte beni de geriyorlar. mekana otursan yoldan geçenlerin gürültüsünden, trafikten, bağıran çağıranlardan ve de senin yerine geçmeyi bekleyen kalabalıktan dolayı huzurlu bi kahvaltı edemezsin..
ilerliyoruz, aslında ikimizde buraları pek bilmiyoruz. ama amaç birlikte vakit geçirmek olunca çok da sorun değil bu.. baltalimanı derken -ki ben o sırada baltalimanından ilerde bişey yok sanıyordum- istinyeye varıyoruz.. içimden oh diyorum evet burası vardı, inceden eski foçaya benzetirim hep burayı..
tamam diyoruz, lop diye de park yeri buluyoruz. etraf motor kaynıyor. yaz geldi tabii herkes piyasada artık.
denizin kenarındaki bir kafeye oturuyoruz. ama hangi beyinsiz o kafenin sandalye ve masalarını aldıysa kendisine okkalı bir küfür fırlatıyorum çünkü hepsi metal ve tepemizdeki güneş yüzünden inanılmaz rahatsız edici bir yansıma yapıyorlar. hemen koşuyorum bir gazate alıyorum ve piknik usulü gazeteyi masaya seriyorum, başka türlü başedilebilecek gibi değil çünkü. kafede yiyecek olarak sadece tost var ve mayonezleri de yok.. gidip bakkaldan bir mayonez alsam hediye etsek diyorum ama bu sevdadan kısa sürede vazgeçiyoruz. tostlar gelene kadar masada unutulmuş bir pazar paparazzi dergisinden en mantıklı sayfayı açıp onu da önümüze seriyoruz..
tostlar mis, çay rezalet. 5. yüzyıldan kalmış gibi tadı. ben kendimi sudokuya veriyorum. çözmeden rahatlamıycam. o sırada yan masamızdaki motorcu amcalar geyik yapıyorlar bağıra çağıra. herşeyden bahsedebiliyorlar iki dakikada.. gidip iki tane ağızlarına çakasım geliyor çünkü sanki mekanda sadece onlar varmış gibi rahatsız edici bir desibelde konuşuyorlar.. neyse diyoruz, türk kahvesi içelim bari.. o da geliyor. en azından onu güzel yapmışlar.
çişim geliyor, tuvalet yok. karşıda bir benzin istasyonu, orayı öneriyorlar. hesabı ödeyip biraz sahilde dolanırız düşüncesiyle tuvalete yöneliyoruz. ama önümde bekleyen 2 türbanlı teyzeyle işim zor gibi. arkama da çocuklu bir teyze geliyor.. türbalıların işi uzun sürdüğü için çocuğa acıyıp sıramı da ona veriyorum ve böylece 20 dakikada tuvalet meselesini halletmiş oluyoruz. 3 kişinin 20 dakikada tuvaletini yapmasıyla burdaki insanların tuvalet merasimlerinin fazlaca uzun olduğunu anlıyoruz.
devamı biraz sahil yürüyüşü, bira alıp arabaya atlayıp baltalimanının ordaki denizfenerine gidip onları içmek, istanbul'a bakmak, sohbet etmek ve böylece akşamı etmekle sürüyor.
17 Şubat, 2008
istiklal savaşları..
bazen öyle bi sinirli oluyorum ki.. herşeye herkese ve her yere..
sonra bu kadar sinirli olduğum için kendime sinirleniyorum.
sonra beni bu kadar çok sinirlendirenlere bi daha sinirleniyorum, kendi içimde böyle bi kısır döngüye giriyorum akabinde.
sokağa asık suratla, insanlara nefret dolu bakışlarla çıkıyorum. kulağıma da gürültülü bişeyler geçirdim mi ekip tamamlanmış oluyor.
atıyorum mesela kendimi istiklale, bi yandan güvensizliğin verdiği korkuyla, bir yandan da kendime "aslında kimseyle karşılaşmak istemiyorum" dememle birlikte caddenin en kenarlarından yürüyorum. yürürken benim hizamda karşıdan gelenler de aynı hislere mi sahipler diye yüzlerine bakıyorum. sanki istiklalin en kenarında yürümek sadece güvensizlerin yapacakları bişeymiş gibi. bakıyorum ve sanki evet onlar da korkmuşlar.
sonra mesela bir ara gözüm birisine denk geliyor. huzurlu bi gülümseme oluyor yüzünde. ya da sadece yaşlı bi amcanın eski zamanlardan kalan gülümseme izlerine takılıyorum. hala mutlu görünüyor yüzü. sanki dingin olmak yüzüne işlemiş de sinirli de olsa, mutsuz da olsa bunu istese de ifade edemeyecekmiş gibi.. kendime diyorum ki "şimdi bunu aklında tut ve içine işlet." o anda ruhuma yayılan sevinci anlatamam, bir yandan bunu keşfedebilmiş olmanın rahatlığı, diğer yandan o içeri aldığım huzurun varlığı.
sonra sakinleşiyorum, istiklalde bi kenarda durup müzik çalarımdaki albümü değiştiriyorum, yoluma yine kenardan ama bu sefer biraz daha mutlu devam ediyorum. sonra da yine insanlara bakıyorum, acaba aynı rotada benimle aynı devinimleri yaşayan birileri var mı diye..
böyle gidiiip geliyorum işte... hep.
sonra bu kadar sinirli olduğum için kendime sinirleniyorum.
sonra beni bu kadar çok sinirlendirenlere bi daha sinirleniyorum, kendi içimde böyle bi kısır döngüye giriyorum akabinde.
sokağa asık suratla, insanlara nefret dolu bakışlarla çıkıyorum. kulağıma da gürültülü bişeyler geçirdim mi ekip tamamlanmış oluyor.
atıyorum mesela kendimi istiklale, bi yandan güvensizliğin verdiği korkuyla, bir yandan da kendime "aslında kimseyle karşılaşmak istemiyorum" dememle birlikte caddenin en kenarlarından yürüyorum. yürürken benim hizamda karşıdan gelenler de aynı hislere mi sahipler diye yüzlerine bakıyorum. sanki istiklalin en kenarında yürümek sadece güvensizlerin yapacakları bişeymiş gibi. bakıyorum ve sanki evet onlar da korkmuşlar.
sonra mesela bir ara gözüm birisine denk geliyor. huzurlu bi gülümseme oluyor yüzünde. ya da sadece yaşlı bi amcanın eski zamanlardan kalan gülümseme izlerine takılıyorum. hala mutlu görünüyor yüzü. sanki dingin olmak yüzüne işlemiş de sinirli de olsa, mutsuz da olsa bunu istese de ifade edemeyecekmiş gibi.. kendime diyorum ki "şimdi bunu aklında tut ve içine işlet." o anda ruhuma yayılan sevinci anlatamam, bir yandan bunu keşfedebilmiş olmanın rahatlığı, diğer yandan o içeri aldığım huzurun varlığı.
sonra sakinleşiyorum, istiklalde bi kenarda durup müzik çalarımdaki albümü değiştiriyorum, yoluma yine kenardan ama bu sefer biraz daha mutlu devam ediyorum. sonra da yine insanlara bakıyorum, acaba aynı rotada benimle aynı devinimleri yaşayan birileri var mı diye..
böyle gidiiip geliyorum işte... hep.
27 Ocak, 2008
seçenekler..
hımmm... bir viski şişesinde bilyeli kapak olmadığını unutup bardağına etrafa saça saça kocaman bir viski kütlesi boşaltırsan.. ve akabinde şişenin bilyeli olmadığını görmezden gelerek, "madem koydum o zaman içmeliyim" dersen.. bu ya alkolikliktir, ya daaaa viskiyi çoook seviyorsundur :))
ya da her ikisi de..
ya da, hiçbiri. çünkü ne viskiyi çok seviyorum ne de delicesine bir alkolikim, sadece viskiyi şişeye geri boşaltmaya üşenebilecek kadar tembel bir insanım..
ya da her ikisi de..
ya da, hiçbiri. çünkü ne viskiyi çok seviyorum ne de delicesine bir alkolikim, sadece viskiyi şişeye geri boşaltmaya üşenebilecek kadar tembel bir insanım..
20 Ocak, 2008
nişantaşı'ndan hrank dink'e giden yol..
cuma akşamdan konuştuğumuz şekilde, cumartesi öğlen 12 gibi eve gelen mevlüt'le birlikte bişeyler yapalım dedik eylem için. şablon keselim bir tane, vaziyetler müsait olursa eylemde yola yere yaparız.. internetten uzuuun aramalar sonucu, googleda görsellerin 42. sayfasında bir karikatür çıktı karışımıza, dedik budur tamam. az vaktin verdiği sıkıntıyla alelacele kesmeye başladım şablonu.
bu arada da saat oldu 2 falan.. ben hala kesme biçme aşamasındayım.. mevlüt'le farkettik ki, açız. o menemene sevgisini katarken ben de kesme işlemine devam ettim.
eş zamanlı olarak bu işlem sürerken, eyleme gitmek için sevgili cemal ve tuna da geldiler eve, kahvaltını yap, giyin koşarak çık derken saat çoktan 3 olmuştu bile. yoldan alınan gökhan'la toplamda 5 kişi olduğumuz için şişliye gitmek üzere hiçbir taksi bizi almak istemedi:
- arkaya 4 kişi oturmak yasak abi, çeviriyorlar..
- fazladan para veririz abi, yakın mesafe zaten..
(sonradan farkettim ki, aslında rüşvet teklif etmişiz taksiciye..)
neyse sonunda bir taksiciyi bizi almayı kabul etti. 5 kişinin kafasından çıkan 25 sesle, mükemmel bir şekilde yolumuzu uzatarak, bir de inceden trafiğe girerek nişantaşına ulaştık. taksiden inerken taksimetrede yazan tutar 5.75 iken, taksicinin "abi fazla para vericektiniz hani" sesleri eşliğinde adama 5.25 vererek uzaklaştık taksiden ve yürümeye başladık. nişantaşı halkının arasına karışınca farkettik ki, yakalarında hrank dink'in resmini takmış bir sürü insan anma töreninin yapılacağı yerden ters yöne doğru dağılmaktalar..
- bitmiş olm anma töreni !
- abi tebrik ederim kendimizi, güzel oldu ama bi nişantaşı turu atmış olduk.
- ya gidelim yine de, bakalım bi bitmemiştir belki daha.
- tabi tabi..
sesleri eşliğinde ve tabii ki kanatlarını açmış, önümüzde bize liderlik eden tuna yönetiminde anma töreninin olduğu yere ulaştık. bir kalabalık vardı ama yapılan anonslarda dağılmak gerektiği, yolun trafiğe açılacağı söyleniyordu. biz de -muhteşem ekip- agos'un önünde 2 dakika durmak suretiye görevimizi yerine getirdiğimizi sanarak -fakat aslında tırıs geçerek- diğer arkadaşlarımızın yanına "metronun arkasındaki börekçiye- ulaştık. çaylar içildi, sohbetler edildi. hop ordan taksime doğru geri dönüldü.
yani aslında muhabbetin en başında dediğimiz gibi, bir nişantaşı taksim turu atarak evlere dağılındı.
ve eve geldiğimde buket'in söylediği şu cümle tüm durumun özetidir bence.
- abi ben sadece senin tembel ve son dakikacı birisi olduğunu sanıyodum ama ekipçe öylesiniz bence. bi kahvaltı edelim, bir de üstüne sigara içelim balkonda diyerek zaten geç kalınmış anma törenine mi gidilir..
imza: köşe yazarcısı cakancakmak
20 ocak 2008/pazar 08:51
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)